Kadınlar olarak var oluşumuzu daha iyi değerlendirmeliyiz. Cins mücadelesini iki boyutta değerlendirmeliyiz. Birincisi cins mücadelesinin amaçları, ikincisi ise cins mücadelesinin yöntemleridir. Cins mücadelesinde çıkan sorunları tespit edersek çözümünü de bulabiliriz. Kadının özgürlüğünde toplumun özgürlüğü gelişecek.
- Ayrıntılar
- Görüntüleme: 360
Toplumsallığın gelişmesi için eşitlik önemli, eşitlik özgürlük kapsamında önemli bir yere sahiptir, eşitlik olmasa özgürlük gelişemez. Eşitlik genelde kaba olarak ele alınıyor. Bana nasıl davranıyorsa, ona da öyle davranması gerek, gibi ele alınıyor. Biz bu ele alış tarzını benimsemiyoruz. Önderlik eşitliği böyle ele alanları firavun özgürlüğünü yaşayanlar olarak tanımlıyor. Hareketimiz kaba eşitliği benimsemiyor. Eşitliği özgünlük boyutunda ele alıyor. Örgüt içinde; ‘’Erkeklere ne geçerliyse bizim için de geçerlidir ya da erkeklerin ne hakları varsa bizim de olunmalı’’ tarzıyla yaklaşsaydık, özgürlük boyutunda gelişmeler yaşanmazdı. Önder Apo kadın arkadaşların özgünlüğünü farklı ele aldı. Ve bu ele alışla farklı bir eşitlik ortaya çıktı. Önderlik buna; pozitif ayrımcılık, dedi. Özgürlük eşitliği kapsıyor ama eşitlik özgürlüğü kapsayamaz. Özgürlük eşitlikten daha geniş bir kavramdır. Özgürlük yolunda eşitlik bir basamaktır. Özgürlüğe giden yolda diğer basamak ise ahlaktır. Önderlik ahlakı özgürlükte var oluş olarak görüyor. Özgürlük ahlak ilkelerinde anlamını buluyor. Toplumun sorunlarını çözebilecek olan ahlaktır. İyi bir ahlak, derin bir ahlak kültüründe toplum daha sağlam bir şekilde kendi ayaklarının üzerine durur. Bir toplumda çok sorun varsa burada ahlak boyutunda sorun vardır demektir. Kapitalist sistem en çok toplumun ahlakına saldırıyor. Kapitalizmin en büyük amaçlarından biri de toplumda ahlakı zayıflatıp, toplumu düşürmektir. Bir toplumda ahlak varsa kapitalist sistem bir dakika bile orada sistemini sürdüremez. Ahlakın bittiği yerde, kölelik başlar. Önder Apo, ahlak için; ‘’Toplumun kolektif vicdanıdır’’, diyor. Evet, ahlak toplumsallığın özüyle kendini ayakta tutmasını sağlar. Bir insan vicdansız ve ilkesiz olursa özgürlüğe olan yaklaşımları da bireyci ve sadece kendi istekleri doğrultusunda olur. Ahlak kaba düz bir çizgide ve eksik noktalarda değerlendiriliyor. Ahlaksızlık sadece hırsızlıkla, yalanla ele alınamaz. İnsani özelliklerden uzak biri ahlaksızdır, örnek vermek gerekirse kendi üzerinde baskıyı saygısızlığı kabul etmeyip, başkaları üzerine kabul etmek en büyük ahlaksızlıktır. İyi yapmak, iyi düşünmek de ahlakı akla getirir. Ahlak genelde iyi olarak ele alınır, ama neye göre iyi? Bunun üzerine çok düşünmeliyiz. İyilik adı altında bazen kötülük yapıyoruz, yardım adı altında bazen yanımızdaki insanları iradesizleştiriyoruz. Bazen bilinçsiz bir şekilde iyiliği kendi istediğimiz yöne çeviriyoruz. İnsan kendini bir toplumda faydalı görürse o zaman ruhunda özgürlüğü yaşıyordur. İnsan bir şeyler yaptığını gördüğünde özgürlüğe daha çok bağlanıyor. Ahlakın red kabul ölçülerinde muğlaklık olmaması gerek bu konuda bireyci davranılmamalıdır. Her yerde ahlak var, askeri, ideolojik, siyasi vb her şeyin ahlakı var. Aslında ahlakın ölçüleri var, bu ölçülere göre hareket edilmese toplum yozlaşmaya doğru gider. Politika ve Özgürlük Özgürlük toplumsaldır, bu yüzden politika şarttır. Toplum kendini nasıl örgütleyecek, nasıl yürütecek olgusu politikayla oluşturuluyor. Politika toplumun pratik hafızasıdır. Toplumun ortak aklıdır. Politika özgürlüğün başlangıcıdır. Politika kendini yönetme sanatıdır. İnsan ne kadar kendini yürütebilse o kadar özgürdür. Bu yüzden özgür olabilmek için politik olmalıyız. Politik olursak bazı kararları alabiliriz, sürekli başkalarında yardım istemek insanı zayıflatır. Önderlik politika için şöyle diyor; ‘‘Politika insan özgürleştirir.’’ Politiklik uyanıklıktır, ön görü sanatıdır. Yaptığın işin ilerde neye yaracağını bilirsin, yani öz sezgisi güçlüdür. Politik olmayan insan bireylere teslim olup, kendi gözüyle dünyaya bakmaz. Hep başkalarının ne düşündüğünü düşünür ve başkaları tarafından manipüle edilir. Politika ahlakı takip ediyor. Politika ahlakın yöntemi oluyor. Ahlak hakikatse politika da yöntemidir. Uygulayandır. Bilinç İnsan bilmediği bir şeyin kölesi olur. İnsan ne kadar bilinçlenirse o kadar özgürlüğe yakınlaşır, gerçeklik bizde uyandığında o kadar özgürleşiriz. Bir insanda ne kadar ideolojik bilinç varsa o kadar büyük yaşar. Önderlik bilinçsizlik köleliktir diyor. Askeri, ideolojik siyasi boyuta bilinçlerimiz hep yarım yamalak ve kendimizi de bu şekilde yeterli görüyoruz. Bilinçlenmek için kendimizi sürekli eğitmeliyiz. Önce kendimizi bilmeliyiz. Niçin savaşıyoruz, kimiz sorularına cevap bulmalıyız. Kendini tanımak, hangi konuda güçlü hangi konuda zayıfsın farkına varıp üzerine gitmek önemlidir. Tarihinle ve misyonunla kendini tanımalısın. Kendini tanıyan bilinçli bir insan etkilidir. Kendini tanımak, evrensel güce ulaşmaktır. Kadın olarak ne kadar kendimizi tanıyoruz, misyonlarımızın farkında mıyız sorularını kendimize sormalıyız. Özgürlük yolunda en büyük çetin savaş kendini tanımaktır. Bilinçli insan erdemli güçlü insandır. Kendini tanımak boyutunda analitik zekâ ve duygusal zekasını eşit bir boyutta çalışması gerekir. Duygularımıza anlamlı bir yön vermeliyiz. Büyük duygular önemlidir. Bilinçle ilgili anlam konusu var. Anlam da önemli bir konudur. İnsan ne kadar anlarsa o kadar özgürdür. İnsan ne kadar anlamdan uzaklaşırsa gerçeklikten o kadar uzak olur. Anlam verdiğimiz zaman enerjimiz yükselir. Küçük bir tartışmada bile insan anlam bulmalı, anlam verdikçe özgürlük gelişir. Güzelliğin, yaratıcılığın, bilincin vb. konuların anlamını bilirsek o zaman özgürlüğe yakınlaşırız. Anlam vermek için biraz çelişki de yaşamalıyız. Özgürlük yolunda özgür bir insan her şeyi sorar ve çelişki yaşar. Önderlik küçük yaşta her şeyi sormuştur. Ve o zaman ilk çelişkileri başlamıştır. Bu çelişkiler Önderliğin sıradan yaşamasına izin vermemiştir. Çelişkilerin olduğu anda kaoslar başlar. Özgürlük anları kaos dönemlerinde yaşanıyor, kaoslara doğu müdahale edersen özgürlüğü anı anına yakalarsın. İnsan özgürce her yerde çelişkilerini paylaşmalı, içine atmamalı, çelişki olacak ama bu çelişkilere yol açmalıyız. Çelişkilerle sürekli bir kaos içinde olursak boğuluruz. Çelişkilerden kurtulmak için esnek düşünmeliyiz, dogma kalıplarından uzak durmalıyız. Kapılarımızı açmalıyız. Zihnimizde putlaşma olursa olmaz. Özgürlük statik değildir. Akışkandır. Dogmatik olan insanlar özgürlüğe açık değildir. Ve sorunlara karşı çözümsüzdürler. Esnek olmayınca ‘tekrar’ oluşuyor, ‘tekrar’ da özgürlüğü öldürüp köleliğe sürüklüyor. ‘Tekrar’ yeni değişimleri görmememize izin vermiyor. Esnek insanlar her zaman renklidir. Özgür olmak istiyorsak biraz esnek olmalıyız. Esneklikte enerji var, enerji akışkandır. Akışkanlıkta özgürlüktür. Her insan da enerji var mühim olan bu enerjiyi ortaya çıkarmaktır. Özgür insan akışkandır ve etrafını da kendisiyle birlikte akıtır.
- Ayrıntılar
- Görüntüleme: 346
Özgürlük kelimesi bütün insanlarda, tutku, heyecan ve büyük bir azim oluşturuyor. Özgürlük salt teorik olarak ele alınacak bir kavram değildir. Özgürlüğe hayal gibi bakılıyor, özgürlüğü sadece neolitik dönemde görüp ve eskiden olup bitmiş gibi bakılıyor bu anlayış yanlıştır. Özgürlüğün elinden ne kadar tutarsan ve ruhunda ne kadar hissedersen o kadar özgürsün. Özgürlüğü ruhunla bilinçli bir şekilde tamamlamalısın, özgürlük mekân, kişi ve zamana göre değişmiyor. Özgürlük sadece siyasi bir kavram değil, felsefi ve ideolojik bir bakıştır. Özgürlük ruh ve yaşamdır. Özgürlüğü doğru bilinçli bir şekilde ele almalıyız. Yaşam tarzımız ne kadar özgürse biz o kadar özgürüz, arayış olmalı özgürlüğe erişebilmek için büyük arayışlara girmeliyiz. Önder Apo sadece özgürlüğün tanımını yapmadı, özgürlüğün yaşamını oluşturdu, bize özgürlüğü hissettirdi. Ve nasıl niçin özgür olmamız gerektiğinin yolunu gösterdi. Özgürlüğün kapsamını genişletti sadece insana, zamana ait olmadığını, bütün evrene ait olduğunu dile getirdi. Evren zenginleştikçe özgürlükle bir oluyor. Önderliğin özgürlük üzerine derin değerlendirmeleri var. Önderlik özgürlüğü Amargi’den ele aldı. Amargi nedir? Neolitik dönemde toplumsallık erkek-iktidar tarafından saldırıya uğradı ve daha sonraki dönemde toplum kendini yeniden oluşturmakta zorlandı. Ana toplumsallığına inananlar öne çıkıp büyük bedelleri göze alarak ‘Ana’ya dönüşün mücadelesini verdiler. Ve işte ‘Ana’ya dönüş Amargi’dir. A-MAR-Gİ, mar, anneden geliyor, yani kadından, insanlık o dönemde öze dönüşü özgürlüğü kadında buldu. İnsanlık köleliği, maddi manevi değerlere olan gaspı görünce Amargi dediler. Onlarca din mezhep kullandıkları dile özgürlüğün bu anlamını taşımışlardır. İnsanlık Amargi’nin kutsallığında ve gerçekliğinde özgürlüğe yürümekten vazgeçmemiştir. Günümüz savaşların temelinde bu anaya dönüş mücadelesi vardır. İnsanlık ne zaman anaya dönüşü gerçekleştirirse özgürlüğe erişecek. Özgürlüğü sadece siyasal boyutta değerlendirirsek özgürlük hakikatine ulaşamayız. Öyle bir sistemle savaşıyoruz ki özgürlüğü kendilerince ele alıyorlar. Kendi bireysel çıkarları için kullanıyorlar. Erkek kadını hakimiyeti altına alarak; ‘Seni özgürleştireceğim’ diyor, iktidar toplumu köleliğe sürükleyerek özgürlükten bahsediyor. Özgürlük düşmanları, özgürlüğün anlamını bilerek boşaltarak toplumu ve kadını kendi rehinlerine çeviriyorlar. Arkadaşlar özgürlük hakkında soruya cevabı; Gulan Arkadaş; ’’Benim için özgürlük, zor ve korku uyandıran bir olayın üzerine gitmek ve zafer elde etmektir’’. Deniz Arkadaş; ‘’Özgürlük benim için hakikat ve doğanın özüne ulaşmaktır.’’ Faraşin Arkadaş;’’ Özgürlük başarıdır, her şeyde başarı, devrim yolunda başarıdır.’’ Delila Arkadaş;’’Özgürlük var oluştur ve hedefinde başarıya ulaşmaktir’’. Sılava Arkadaş;’’Özgürlük bizde başlıyor, büyük bir iradenin ortaya çıkışı özgürlüktür’’. Arkadaşların tanımı anlamlı, çekici ve güzeldi. Özgürlük Kürtçe’de Azadi ‘dir. Aza’nın anlamı kendini yeniden yaratan, doğuran, dönüştürendir. Özgürlük ideolojik felsefik bir bakış istiyor. Azadi kelimesinden de anlayacağımız gibi doğuran, yaratan, üreten özgürdür. Özgürlükte ‘ öz’ ise kendi benliği, iradesi, kendi kimliği var, özgürlüğün hem Kürtçe hem Türkçe anlamına baktığımızda kökeninde, var oluşunda kadının özü ve kutsallığı vardır. Özgürlüğün ölçüsü ve değeri vardır. Sistem özgürlüğün üzerinde oynayarak soyutlaştırdı. Ve sonra saptırdı. Sistem toplumu manevi özünden kopartarak özgürlükten uzaklaştırdı. Sistemde toplumun tercihleri geçersizdir, onun yerine sistemin tercihleri vardır. Özgürlük üzerine büyük bir algı operasyonu var. Sistem sahte özgür aşkı geliştirip, insanları mülkleştirdi. Birbirini yüceltmeyen duruş özgürlük değildir. Kapitalizm özgürlüğü kişiselleştirdi. Duyguların kölesi, alışkanlıklar ve isteklerin kölesi yaptı, bu anlayış özgürlük arayışından uzaktır. Özgürlüğün ilkeleri var. Gerçek özgürlük, kendini topluma adamaktır, sahte özgürlük ise bireyciliktir. Kapitalizmin bize sunduğu sahte özgürlüğün farkına varmalıyız. Bir insan kendi iradesiyle değil, birilerin gölgesinde yürüyorsa biz buna özgürlük diyemeyiz. Özgür kadın kim sorsak bütün arkadaşlar ‘Zilan’ diyecek. Özgürlük sadece ucuz bir söylem değil, büyük bir kararlılık ve arayıştır. Özgürlük büyük bir düzey istiyor, dağlarda olduğumuz için çok şanslıyız, özgürlük için büyük zeminler oluşmuş. Özgür kadın kimdir sorusuna cevaplarımız var. Özgürleşsek de olur, özgürleşmesek de olur anlayışı kapitalizmin sistem anlayışıdır. Yani özgürlüğün çizgisi net ve somuttur. Düşman bize köleliği dayatıyor bizim cevabımız da ya özgürlük ya özgürlüktür. Özgürlüğü istiyorsak ona göre hareket etmeliyiz. Yaşam coşkusu özgür insanın ölçülerinden biridir. Özgürlük savaşçıları olarak, an be an büyük bir arayış içinde olursak o zaman özgürlükle bir oluruz. Ruhumuzun bizimle olması gerek, ruhumuzu kimseye teslim etmemeliyiz. Sahte ve gerçek özgürlüğü iyi tanımlamak için özgürlük ile toplum arasındaki bağı çözmeliyiz. Önder Apo; ‘’Bireysel özgürlük negatiftir, toplumsal özgürlük pozitiftir’’ diyor. Bir toplumun özgürlüğü ne kadar önde olursa bireyi de o kadar özgürdür. Yani kendimizle çevremizi de özgürleştirmeliyiz. Birey ne kadar özgürleşirse kendi özgürlüğüyle birlikte toplumu da özgürleştirmelidir. Birey, diğer insanların emeklerini ayaklar altına almayacak kadar özgürdür. Önder Apo’nun özgürlük hakkında bir değerlendirmesi var ve şöyle söylüyor; ‘’Eğer kendi özgürlüğünüz, yeni özgürlüklere kapı aralıyor ve başkalarının özgürlüğüne vesile oluyorsa anlamlı ve yaratıcı bir özgürlüktür. Ama böyle bir sonuç yaratmaktan çok sizi belirli sınırlara hapsediyor ve zaman içinde kanatlanmanızı engelleyen bir ağırlığa dönüşüyorsa bu özgürlük oluşturucu değil, tutsaklaştıran bir özgürlüktür. ‘’ ‘Bana özgürlük, sana yok’, anlayışı kendisiyle birlikte faşizmi doğuruyor. Türk devleti, ben özgür olayım, Kürtler olmasın, diyor, bu faşizmdir. Biz de sadece Kürt Halkı’nın özgürlüğünü isteseydik, şimdiye kadar elde etmiş olurduk. Ama biz özgürlüğü evrensel olarak ele alıyoruz. Arap, Ezidi, Süryani halklarımızın özgürlüğü için savaştık bu bir evrensel özgürlük anlayışıdır. Toplumsal kimliğimizi kazanmak istiyoruz.
- Ayrıntılar
- Görüntüleme: 348
Halkların ulusal bağımsızlık bilinciyle ayağa kalktıkları ve önemli gelişmeler yarattıkları kapitalizm çağı, Kürt Halkı açısından daha da tanınmaz olmanın yaşandığı bir çağ olmuştur. Kürt sorunu sınıflı toplum tarihinin yarattığı birikimlere kapitalist sistem yönelimleri de eklenince Ortadoğu'da bir kördüğüm haline gelmiştir. "Kürt var mı, yok mu" tartışmalarına konu edilecek kadar inkarla karşılaşmış, en insani-evrensel haklardan, demokratik kriterlere kadar temel hak ve özgürlükler Kürt halkı açısından geçerli sayılmamıştır. Kürt sorununun giderek derinleşen bir seyir izlemesi, kapitalizmin Ortadoğu'ya giriş karakteri ile yakından bağlantılıdır. Yükselen kapitalizm çağının etkileri 19.yy’da Ortadoğu'ya yansımıştır. Dönemin "hasta adamı" olarak tanımlanan Osmanlı İmparatorluğunun hakimiyeti altındaki halklar milliyetçilik akımının etkisiyle bağımsızlık savaşlarına girişmiş, 1830'larda Yunanistan'la başlayan, Sırbistan, Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk gibi, ülkelerin bağımsızlıklarını ilan etmeleriyle önemli gelişmeler yaşanmıştır. Buna karşı Osmanlı imparatorluğu yükselen kapitalizmin üstünlüğünü kabul edip, kendisini reformasyona tabii tutmakla; kapitalizme karşı tutucu davranıp, denge politikaları ile ayakta kalmak arasında gidip gelmiş, denge oyunlarıyla varlığını korumaya çalışmıştır. Kapitalist emperyalizmin iki temel gücü olan İngiltere ile Almanya arasındaki denge varlığını korudukça, Osmanlı imparatorluğu dış güçler tarafından da ayakta tutulmaya çalışılmıştır. Osmanlı imparatorluğunu yıkmak yerine, Osmanlı sarayını emperyalizme bağımlı kılmak ve bu yolla bölge üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda denetim geliştirmeyi yeğlemişlerdir. Özellikle İngiltere somutunda yoğunluk kazanan bu politikalarla Osmanlı imparatorluğun ömrü yüz yıl uzatılmıştır. Fransa ve Almanya da benzer politikalarla bölgede etkinlik kazanmaya çalışmışlardır. Kapitalist-emperyalizme karşı Ortadoğu'da gelişecek halk mücadelelerini önlemede Osmanlı imparatorluğu adeta bir kalkan durumuna getirilmiştir. Bir yandan Osmanlı imparatorluğu ayakta tutulmaya çalışılırken, başta İngiltere olmak üzere, emperyalist devletler Ortadoğu'da Hıristiyanlara sahip çıkma adına politikalar yürütmüş, Kürtleri tecrit etme ve imparatorluğun emperyalizme bağımlılığını geliştirmek için bir koz olarak kullanma yoluna gitmiştir. Bir yandan Osmanlı imparatorluğunun giderek merkezileşen yapısı, bir yandan Kürtlere dayatılan tecrit 19. Yüzyıl isyanlarına yol açtığı gibi, İngiltere'nin böl-yönet politikalarına hazır hale getirilmiş bir zemin oluşturulmuştur. Ortadoğu'da gelişen milliyetçiliğin ayrılıkçılık ve halklar arasında karşıtlık doğurmasının temelinde kapitalizmin bağımlılık temelinde gelişmesi yatmaktadır. Bedirhan bey, Yezdanşer, Şeyh Ubeydullah gibi, 19. Yüzyılın en büyük Kürt ayaklanmaları hem Osmanlı imparatorluğunun giderek merkezileşen yapısı, hem de bahsettiğimiz politikaların etkisi ile yaşanmıştır. İran karşısında 19. Yüzyılda geliştirilen Seyit Taha önderlikli Nehri isyanında da aynı amaç güdülerek, İran şahlığı zayıflatılarak, İngiliz yönetimine yakınlaştırılmıştır. Böylece hem halklar hem de bölgenin egemen devletleri üzerinde emperyalist sömürüyü derinleştirme hedeflenmiştir. Kürtler, egemen devletler karşısında tehdit aracı haline getirilmiş, çıkarları gerektirdiğinde isyana yöneltilerek, gerektiğinde de egemenlikleri altında oldukları devletler eliyle katledilecek konumda tutularak kullanılmak istenilmiştir. Kürt halkı açısından daha sonraki dönemlerde de etkisini sürdürecek olan yoğun tahribatlar bu dönemde yaşanmıştır. Nitekim Osmanlı imparatorluğu sınırlarında etkin olmaya başlayan milliyetçilik akımının imparatorluğu parçalanma sürecine sokması nedeniyle çıkarları sarsılan Kürt feodallerinin statülerini korumaya dönük şekillendiği ve ilerici bir ideolojik yapılanmayı temsil etmediği için, örgütsüz, plansız gelişen isyanlar kanla bastırılmış, önderleri ya katledilmiş ya da teslim alınmıştır. Her iki durum da Kürt halkının gelişim dinamiklerinin sarsılması anlamını taşımaktadır. Ancak emperyalist çıkarlar doğrultusunda şekillendirilen milliyetçilik, halklar açısından tek gerçeklik olmayıp, halklar arası tarihsel birliktelikleri ve Ortadoğu'nun kültür zenginliğinden kaynaklı halklar arası kardeşlikle sürekli çatışma halinde olan bir olgu olarak varlık kazanmıştır. Birincisi Ortadoğu'yu sürekli kaybedişe ve anlamsız savaşlara sürüklerken, ikincisinin başarılması günümüzde de tarihsel gelişmelere imza atmak anlamına gelmektedir. Ortadoğu'da dış dengelere ve güçlere dayalı olarak ayakta kalmaya çalışmak, öz gelişim dinamiklerini de yitirmeyi ifade etmiştir. Nitekim Osmanlı imparatorluğu gerekli reformasyonlara gitmemekle ayakta kalma şansını yitirmiştir. İngiltere ile Almanya arasındaki dengelerin bozulması sonucu yaşanan birinci dünya savaşında taraf olmak durumunda kalmış, müttefiki olan Almanya'nın yenilmesiyle imparatorluk dağılmış, Ortadoğu kapitalist emperyalizmin sömürülerine ardına kadar açılma tehlikesiyle yüz yüze gelmiştir. Ancak emperyalizmin iti ite kırdırtma politikaları ile 19. yüzyılda Türk-Kürt ilişkilerinde yaşanan bozulmaya rağmen, halklar arası tarihsel birliktelik ruhu ile emperyalizmi sınırsız sömürü savaşımına karşı durma seçeneği de açığa çıkmıştır. Dönemin kritik koşullarında Anadolu'da M. Kemal önderliğinde gelişen ve esas olarak Kürt ve Türk halklarının ortak iradesine dayanan ulusal kurtuluş savaşı bu tarihsel misyonla yüklenerek gerçekleşmiştir. İlerici ve akılcı yönü ağır basan Avrupa uygarlığının olumlu özelliklerine sahip çıkan ama emperyalist yönünü de reddeden bir karaktere sahip olduğu için kısa zamanda halk desteğini kazanmış, TC bu temelde varlık kazanmıştır. Ancak ulusal kurtuluş savaşının hemen ardından emperyalist politikalar yeniden yoğunluk kazanmış, Lozan antlaşmasıyla dört ayrı ülkenin egemenliği altına giren Kürt halkı yeniden bu politikaların merkezi haline gelmiştir. Gerek 19. Yüzyıl gelişmelerinin halklar arasında yarattığı ayrılıkçılık zihniyeti, gerek geleneksel toplum yapılarındaki gerilikler, Türkiye Cumhuriyetini gericileşme tehlikesiyle yüz yüze getirmiştir. Bugün Kürtler’e dönük sürdürülen soykırım politikaları böylesi bir tarihsel arka plana sahiptir. Bu arka planın bilinmesi, sürekli gündemde tutulması aşılmasının önemli dayanağıdır. Bu anlamda Türkiye’nin demokratikleştirilmesi de yine yüz yıl boyunca inkar, imha ve soykırım politikalarına maruz kalan Kürtler’in hak ettiği tarihsel zemine oturtulmasında önemli bir çıkış olacaktır. Bugün yürütülen bütün çalışmalar bu yönlüdür ve çıkışı yaratacak güce ulaştığı artık somutlaşmış bir gerçektir. Kürt ve Kürdistan Tarihi Kitabından Derlenmiştir
- Ayrıntılar
- Görüntüleme: 374
Değer gerçek anlamıyla parçalanmayan bir bütünü temsil eden duyguların ve hislerin, yaklaşımların dile gelmeden pratikleşmesidir. Bir olgudur. Manevi bir yaklaşımdır. Değer anlamla doğan, sevgiyle büyüyen ve asla ölmemesi, öldürülmemesi gerekendir. Ölümsüzdür. İnsan her anlamıyla bir değerdir, özünde değerlidir. İnsanı değerli kılan onun toplumu ahlakı ve vijdanıdır. İnsan değerlerinden koptu mu hiçleşir. Değerin olmadığı yerde doğal olmayan ölüm gerçekleşir. Doğal olmayan ölüm aynı zamanda bir toplumun değer yargılarının ölçütü olur. Değerin yüksek düzeyini kendisinde yaratan insanın ölüm biçimleri farklı olur. Özellikle bu bir yoldaşsa düştüğü toprak bile amansız canlanır, farklı çiçekler açar ve ayrı bir heybet sarar o toprağı, mezarı. Ve aslında buna ölüm demek bile yanlış olur. Çünkü burada yeni bir yaşamın canlanışı söz konusudur. Bir bitişin belki de en anlamlı başlangıcıdır. Nasıl ki değer artırıldıkça güzellik ve anlam ortaya çıkıyorsa tam tersine değersizleştirmekte değerden kopuşu ifade ediyor. Eğer bugün kuantum teorisinde her şeyin canlılığından, varlığından, anlamından bahsediliyorsa burada değer olgusu açığa çıkıyor. Her şey bir dualite ve ahenk içerisindedir. Bu güzellikle değerin kendisi var olur. Oysaki bir parça ekmekten tutalım, dökülen bir damla kana kadar, bir duruştan tutalım bir gülüşe kadar, bir bakıştan tutalım, bir söze kadar, bir ayrılıktan tutalım, bir kavuşmaya kadar özgürlüğe hizmet ettiği oranda kendisince bir anlamı ve değeri vardır. Ve bizim de; bu toprağa ayak basmamızı sağlayan, bağlanmamızı gerektiren; ‘Hakikat aşktır, aşk özgür yaşamdır’ dedirten, özlettiren, bayrağına, içtenlikle ideolojisine, harekete, felsefeye bağlayan, o dökülen bir damla kan ve sınırları adalarla çizilmiş mesafelerdeki derin sonsuz değer verdiklerimiz değil midir? Bu nedenle anlamsız olana, yanlış olana ve yanlış anlamalara, duruşlara, pratiklere yer verilemez bizim yaşamımızda. Gerçek değer hakikatin farkına varmakla gerçekleşir. Aynı zamanda birbirini anlamlı kılmak ve her şeye rağmen mücadele etmek, yoldaşın yoldaşı olmakla oluşur değer. Güldürmekte değerdir, gülmekte. Sadece bazen bir tebessüm bile değerdir. Sohbet de değerdir. Doğru sevmek de değerdir. PKK’li olmak yolunda her bir bedeldir değer. Yücelip de, yüceltmektir değer. Her şeyin ötesinde felsefemizde en hakiki olan şudur ki, Önderimiz, halkımız, şehitlerimiz ve yoldaşlarımız, emek ve terle günümüze kadar gelen her şey en yüce değerlerimizdir. ŞEHİT BERÎTAN AKADEMİSİ TARTIŞMALARI’NDAN
- Ayrıntılar
- Görüntüleme: 339
PKK’nin bir şehitler partisi olması, onu bugüne kadarki diğer bütün devrimci partilerden ayıran temel bir özelliğidir. Bütün toplumsal mücadelelerde özgürlük, eşitlik, adalet ve demokrasi için verilen bedeller sahiplenilmesi gereken temel değerler olarak anlaşılır ve sahiplenilir. Bu sahiplenme biçimi, en ağır bedel olan insanın kendi yaşamını ortaya koyması tarzında ortaya çıktığında, o mücadeleleri yürüten toplumlar ve insanlar bu değerleri sürekli canlı tutarak, yaşayarak ve yaşatarak sürekliliklerini korumaya çalışırlar. Bunun gelenekleri, kurumları yaratılır. Bu gelenek ve kurumlar içerisinde o değerler korunduğu, geliştirildiği ve üretildiği oranda kendilerini devam ettirirler. Bütün devrimci partilerde ya da daha öncesindeki tarihsel toplumsal hareketlerde şehitlik kurumu sürekli en önemli geliştirici, değiştirici, dönüştürücü kurum olarak oturtulmuş ve geliştirilmiştir. Mevcut toplumsal geleneğin temel değeri olarak şehitlik kurumu, aslında toplumun kendi özgürlüğü için verdiği mücadelelerdeki bedellerinin ölçüye dönüştürülmesi, bir anı olarak yaşatılması noktasında en önemli yere sahiptir. Bu anlamda şehitlik, tarihin belki de en köklü kurumlarından ve değerlerinden birisidir. Bu açıdan da ideolojik tercihi ne olursa olsun, tarihsel süreç içerisinde hangi toplumsal formasyonu temsil ederse etsin, en temel dikkat çekici özelliklerden bir tanesi de, toplumsallığın kendisini sürdürebilmek için, toplumun bireylerinin emekleri, çabaları ve bu emek ve çabalarının aslında bir yerde sınırsızlığının ifadesi olan kendi yaşamını ortaya koyma biçiminde noktaladığı şehitlik olgusu, sürekli yaşatılmaya çalışılmıştır. Aslında şehitliğin yaşatılması demek, herhangi bir toplumsal mücadelenin kendi sürekliliğini devam ettirebilmek, kendisini üretebilmesini garanti edebilmek amacıyla insanın en temel korkusunu aştığı noktadan kendisini mücadeleye katma, toplumsallığa adama biçimi olan ölümü göze alarak mücadelenin sahiplenilmesini ifade ettiğinden bu kadar değerlidir. Toplumsal mücadelelerde de, -aslında günlük normal yaşam içerisinde de- herhangi bir şeyin önemine dikkat çekmek bazı kavramlarla ifade edilir: Örneğin uğruna baş koymak, yaşamını ortaya koymak, ölümüne direnmek, ölümüne savaşmak ve sahiplenmek gibi kavramlar, herhangi bir olay ve olguyu kendisi için varlık nedeni haline getirme anlamında kullanılır. Kendisinin varlık nedeni olarak kendi bireysel yaşamını- varlığını değil de, içinde bulunduğu toplumsal gerçekliği esas alan bir insanın toplumsallığı üretme kabiliyeti sınırsızdır. Eğer toplumsallık varlığını devam ettirmek istiyorsa, uygarlık süreci boyunca yaratılmış bütün suni sınırları ortadan kaldırması gerekiyor. Uygarlık sistemi de aslında toplumu bazı temel zayıflıklarından yakalayarak kendisini var edebilmiştir. Toplumu meydana getiren insanın bazı temel yaşamsal korkuları vardır. Bu yaşamsal korkulara hükmedilebildiği oranda insana ve topluma hükmedilebilir. Bu korkuların ya da insanın doğal olarak kendisini var etmesinin, sürekliliğini korumasının temel özellikleri, karakteri olan, bazı içsel özellikleri vardır. Bu özelliklerin çözümlenip insana karşı kullanılması, insanı kontrol altına almanın hizmetine sokulmuştur. Örneğin açlık duygusu, yani beslenme güdüsü, cinsellik güdüsü, -türün kendini devam ettirmesi için temel bir güdüdür- ve insanın canlı bir organizma olarak kendi varlığını devam ettirmenin koruma güdüsü olan savunma güdüsünün -ki bunun diğer adı da ölüm korkusu olarak ifade edilebilir- insana karşı kullanılmasıyla insan bir yerde denetime alınabiliyor. İnsanın bu temel güdüleri kontrol edilebildiği oranda, kendisinin dışından kendisine karşı gelişebilecek baskı, tahakküm altına alma, yaşamını kendi istediği gibi değil de, başkalarının istediği gibi kullanma noktasına getirilebilir. İnsan, kendisinin temel korkuları olan bu korkuları yenebildiği, aşabildiği taktirde, artık denetlenemez, kontrol edilemez bir varoluş tarzına sahip olur. Bunun adı da özgürlüktür. Bir insanın özgürlüğü; onu sınırlayan, denetleyen, serbest ve rahat hareket etmesine, kendi istem ve arzularına göre yaşamasını engelleyen, frenleyen temel duyguların, güdülerin, düşüncelerin kontrol altına alınıp aşılması ile gerçekleşebilir. İnsanı en çok denetleyen, sınırlayan, kontrol eden korkular ise, insanın temel varlık biçimi olan, biyolojik varlık biçimini koruması noktasındaki varoluşuna dönük düşünce ve duygulardır. İnsan beyni ve psikolojisi, kendi üzerinde yaşadığı zemin olan, ya da kendisini ancak onunla var edebildiği, biyolojik varlığını koruyabildiği taktirde düşünsel ve duygusal olarak kendisini devam ettirebileceğine şartlanmıştır. Bunun bir gerçekliği de vardır. Insan bu gerçekliği aşabildiğinde, artık kontrol edilemez, denetim altına alınamaz, sınırlandırılamaz bir noktaya gelir. Bir de bunları denetleyebildiği, kontrol altına alabildiği ve kendi varoluş tercihlerinin hizmetine sokabildiği taktirde büyük bir güç haline gelebilir. Bunun bilincinde olan sistem, ya da bunun üzerinden kendini var eden uygarlığın egemen bilme biçimi, öncelikle insanın bu korkularını, bu zayıflıklarını sürekli tahrik ederek, topluma karşı kullanarak, toplumu kontrol etmeye çalışır. İşte bu noktada toplum bazı bireyleriyle kendisine yönelik geliştirilen bu dayatmaları aşarak o sistemin denetimine girmeme, hükmüne girmeme, hükmünü kabul etmeme duruşuyla o sistem karşısında kendi varlığını koruyabilir. Bunu yapabildiği oranda kendi varlığını devam ettirebilir. İlk çağların aşiret ve etnisite direnişlerinin temel bazı kahraman figürleri var. Bu figürler, aslında aşiret ve etnisite için, onun uğruna, sıradan insanın kolay kolay aşamadığı korkularını aşabilen, onun ötesinde yaşayabilen veya gerektiğinde kendi fiziksel yaşamını ortaya koyarak kendi toplumsallığını sahiplenen insanlardır. Bunlar, toplum belleğinde ve anılarında sürekli kendilerini yaşatarak, toplumun özgürlük eğilimini gösterirler ve toplum da o doğrultuda yürüyebildiği oranda, kendi toplumsallığını koruyabilir. Ne zaman ki bir toplum artık kendi uğruna bu korkuları aşabilen kahramanlarını yitirir, kahraman üretemez hale gelir, bir korku egemenliği olan erkek egemenlikli uygarlık sisteminin içinde erimeye başlar Değerlerini koruyamayan hiçbir hareket sürekliliğini koruyamaz Kahraman yaratamayan topluluklar tarih içerisinde yok olup gitmişlerdir. Bunu sürekli üretebildiği halde, sistem içerisinde fiziki olarak yok olan ama sistem karşıtı bütün kültürlerde kendisini devam ettiren bazı gerçeklikler de vardır. Bunlara evrensel kahramanlıklar diyoruz. Bu evrensel kahramanlıklar sistemi bütünlüklü aşabildiği için, sistem dışı bütün toplulukların değerleri haline gelmiştir. Yani sistemin temel dayatması olan korkuyla egemenlik altına alma yaklaşımlarını aşabilen insanlar doğal, özgürlükçü, eşitlikçi toplum adına sistemi aşabilen, sistemin karşısında durabilen bu insanlar, birer anı-kalıntı olarak miras biçiminde yaşamaya devam etmişlerdir. Bu değerleri, anıları canlı tutan, sahiplenen, kendisinin varlık nedeni ve giderek onların izinden yürümenin bir gereği olarak, kendisine ölçü haline getirebilin hareket ve insanlar, bu sistemin dışında ve karşısında mücadele etme gücünü gösterebilmişlerdir. Tarihteki bütün toplumsal direniş hareketlerinde kahramanlar, toplumsallıkları için kendi yaşamlarını ortaya koyabilen insanlar olarak sembolleştirildiği, simgeleştirildiği yaşatıldığı için tarih içerisinde yaşamaya devam ederler. Bunun birçok örneği verilebilir. Ateşi tanrılardan ilk çalıp insanlara veren titan Prometheus sadece bir Yunan efsanesi ve kahramanı değil, evrensel çapta bir kahramandır. Aslında Prometheus demek, egemenlikli sisteme karşı mücadele eden insanın, bütün sistemi aşabilen, sistemin en temel düşünce biçimi ve otorite kavramları olan tanrısallığa bile karşı çıkabilen, kafa tutabilen bir gerçekliği ifade eder. Ve bu kafa tutmayı da her türlü bedeli; açlığı, fiziki acı çekmeyi, ölümü göze alarak yapabildiği için o kadar evrenseldir. Prometheus gerçekliği sistem karşısındaki duruşun temel korkularını aşabilmenin insanda yaratmış olduğu yüceleşme, özgürleşme, ölümsüzleşme gerçeğini ifade eder. Bu yüzden de aynı temeller üzerinde sistem karşısında mücadele eden herkesin kahramanıdır Prometheus. Kahramanlar kendi toplumları için ödedikleri bedeller ve yürüttükleri mücadelelerle belli bir süre yaşarlar ve kendi bulundukları yerelin kahramanı haline gelir, yaşamaya, yaşatılmaya devam ederler. Neredeyse her etnisitenin, her klanın bir kahramanı, yaşayan efsanesi vardır. O toplumun çocukları, onlara dinletilen müziklerde, ninnilerde, anlatılan masallarda, daha sonraki süreçte bütün bir eğitim sistemi, günlük sosyal yaşam içerisindeki tüm kültürel, sanatsal, üretimsel faaliyetlere yedirilerek o insana mal edilebildiği oranda o insan toplumsallığının bir parçası haline gelirler. İnsanların müziklerinde, oyunlarında, edebiyatlarında sürekli kahramanlarından bahsetmesi aslında toplumsallığın kendisini devam ettiren benliğini koruma çabası olarak ifade edilebilir. Onları anlatabildiği, sürdürebildiği, sürekliliğini koruyabildiği oranda kendi sürekliliğini koruyabileceğinin bilincidir değerlere sahip çıkan. Toplumsallık, bunları müzikte, resimde, heykelde, adlandırmada, sürekli yaşatarak varlığını korumaya, devam ettirmeye çalışır. Bunları unuttuğu, onun yerine geçen çarpıtılmış sembol ve simgelerin peşine takıldığı, kendi değerlerini unutup belleksizleştiği ve başka bir sistemin değerleri, sembol ve simgeleri, adlandırmaları ve kavramlaştırmalarıyla artık kendini ifade etmeye başladığı bir noktaya geldiğinde, artık o toplum asimilasyon-erime sürecine girip ve yok olmaya başlamıştır. Bu açıdan da herhangi bir toplumsal biçimin, mücadele tarzının kendisini sürdürebilmesi, kendisinin değer yaratanlarını sahiplenme, onları sürekli canlı tutma gücü ile bağlantılıdır. Bu değerlerini korumayan hiçbir toplumsal hareket sürekliliğini koruyamaz. Kürt gerçeğinin kendisini bugüne kadar korumasının muammalı ve gizemli bir gerçekliği olduğu söylenir. Bu kadar baskı ve zulme, işgal ve istilaya uğramış toprakların insanının, onca baskı ve asimilasyon çabalarına rağmen, kendisini nasıl sürdürdüğü hep sorulmuştur. Çünkü ortada kendi toplumsal kurumlaşmalarını güçlü örememiş bir Kürt gerçeği var. Kürt etnisitesi, aşiret formunda yaşayan bir toplumsal gerçeklik olmasına rağmen, neredeyse bütün bir insanlığı yutacak bir sistem haline gelmiş erkek egemenlikli uygarlık sistemi karşısında nasıl bugüne kadar kendisini var etmiştir sorusu cevabı en çok aranan, merak edilen sorudur. Dağların derinliklerinde saklanmış olması, belki bir nedendir. Ama ovadaki insanın kendisini koruması nasıl ifade edilebilir? Bu da hep kültürünün güçlülüğü, farklı kültürlere benzeşme yerine onları kendisine benzeştirme gücü ve kendisinin kök kültür olmasıyla izah edilir. Bunlar bir yönüdür. Ama eğer Kürt bugüne kadar varlığını nasıl devam ettirdi denilecekse; o zaman bu soruyu, bu kavramlarla cevaplamak yerindedir. Kürt neden çocuktur, neden neolitikte çakılıp kalmıştır? Neolitikte çakılıp kalmak nedir? Kürdün, insanın çocukluk halinin saflığını koruması, kendisini nerede ifade etmektedir? Kürt adına dünden bugüne canlı olarak yaşayıp gelen nedir? Günlük olarak, Kürt adına duyduğumuz, dinlediğimiz; hafızalarımızı, düşünce biçimimizi belirleyen değerler nedir? Sorularını sorduğumuzda; göreceğiz ki elimizde, elle tutulur somut bir miras yoktur. Ne yazılı bir edebiyatı, ne bir mimarisi, ne bir üretim tarzı ve üretim biçimi, ne de bir devlet sistemi vardır. Kürdün neolitiğe çakılıp kalmış aşamasından bugüne uzanan sesi, simgesi, düşünce biçimi nedir sorularını sorduğumuzda, şunu çok rahatlıkla görebiliriz; Kürdün neolitikten bugüne kalan masalları, destanları, efsaneleri, kahramanları vardır. Ve bunlar her Kürt çocuğunun dimağının tadını, hayallerini, geleceğe dönük özgürlük arayışlarının doğrultusunu belirleyen olgulardır. Her Kürt bir Rüsteme Zal olmak ister, bir Dervéşé Evdi ve Adulé olmak ister, bir Mem u Zin olmak ister, her Kürt, tanrılara kafa tutan, kötülük yılanlarını yok eden bir masal kahramanı olmak ister. Ve bunların hepsini de anasından duyduğu ninnilerde, masallarda; dengbéjlerden duyduğu klamlarda, efsanelerde öğrenir. Aslında Kürdün rengini, varlık biçimini devam ettirmesini sağlayan, bir yerde bu temel motiflerdir. Ve bu motiflerin hepsinde, gizil bir biçimde egemenliği kabul etmeme, özgürlüğü için direnme, toplumsallığını sahiplenme ve ona karşı gelen saldırılar karşısında ölümüne kavga etme, direnme gerçekliği vardır. Bu motiflerde; yok olmayı kabul etmeme adına ölümü göze alma sembol ve simgeleri vardır. Bunlar bazen imgelerle de ifade edilir. Kavramlara ve sembollere o kadar anlam yüklenir ki; o bilinçaltında, insanın zihniyetini belirleyen, düşünce tarzını yönlendiren direnme noktası haline gelir. Kürtler bunu yapabildikleri oranda varlıklarını devam ettirebilmiştir. Adını kaybetmiş toplum, rengini kaybetmiş toplumdur. Özellikle İslamiyet ile başlayan Araplaşma sürecinde, bu masallarının yerine farklı kahramanlar, semboller, imgeler hatta tanrılar ve tanrıçalar girdiği süreçte, Kürtlük artık erimeye başlamıştır. Yine Kürdün kendine göre bir üretim tarzı vardır. Bu daha çok hayvancılık ve tarıma dayalı bir üretim biçimidir. Bu üretim biçimi içerisinde oluşturmuş olduğu kavramlar, renkler ve sesler vardır. Bu renkler, sesler ve kültürler kendisini ürettiği oranda, Kürtlük varlığını devam ettirebilmiştir; bu seslerin ve renklerin yok olması, Kürtlüğün erimesinin diğer bir nedenidir. Buna karşı Kürtlüğün en çok yaşatıldığı yer, Kürdün fiziksel olarak sistem dışında olduğu dağlardır. Yine bu direniş, Kürtlüğün toplumsal örgütlenme formu olarak aşiret tarzında kendini var ettiği kültürel üretimlerinin renklerinde bulunabilir. Eğer bugün Kürtlük adına bazı değerler korunuyor ve canlılığını devam ettiriyorsa, bunu masallarıyla, destanlarıyla, efsaneleriyle ve kendine verdiği adlarla yaşatmasının gücü olarak görmek gerekiyor. Aslında her toplumsal mücadele bir bakıma kendine ad verme, adını ve varlığını koruma mücadelesidir. Önderlik, savunmalarında 'totemi' tanımlarken, temsil ettiği toplumun kimliği, adı olarak ifade etmektedir. Yani bir sembolle, simgeyle kendisine kimlik ve ad bulan toplumlar, varlıklarını sürdürebilme gücünü gösterirler. Adsız toplum aslında yok olmuş toplumdur. Her toplum, taşıdığı adın anlamının içerdiği ölçülere, yaşam ve üretim tarzına uygun bir biçim kazanmıştır. Önce ad geliştirilir, sonra o ada uygun anlamlar üretilir ve o anlamlara uygun pratik geliştirilir. Eğer ad öze uygunsa, o öze uygun anlam varlığını devam ettirir ve o anlama uygun bir yaşam kendi rengiyle kendisini sürdürebilir. Adını kaybetmiş toplum, anlamını ve rengini kaybetmiş toplumdur. Kürtlük, bu noktada iyi çözümlenmesi gereken bir gerçektir. Nitekim dikkat edilirse, dağlardaki Kürtlerin adları daha çok efsanelerden, masallardan kalan Kürt adları iken, ovalarda, sistem içerisinde Arap kültürüyle ya da farklı asimilasyoncu kültürlerle buluşmuş, onun sistemi içerisinde yer almış Kürdün adı artık Kürt değildir; Arabın, Türkün, Farsın adını almış, kendi adını ve anlamını da unutmaya başlamıştır. PKK, Kürt gerçeğinin tam da bu noktasında ortaya çıkan bir harekettir. Aslında bir yerde bir his, bilinçaltı ve refleks olarak, bu değerler sahiplenilerek ortaya çıkmıştır. Önderliğin, Aramé Tigran ile yapmış olduğu bir röportajı var. O röportajda, kendisinin devrimciliğe başlamasının temel nedenlerinden birisinin Aramé Tigran'ın Derwéşé Evdi destanının klamını dinlemesi olduğunu söyler. Ve sürekli Derwéşé Evdi destanının gücünden bahseder. Aslında burada, kendi tarihinin soy değerlerini görme, bu soy değerlerinin yaşayan anılarını sahiplenme, kendini sistem dışında ifade etme, adını ve anlamını orada bulma ve yeni bir anlam yaratma kavgası ve mücadelesinin içerisine girme gerçekliği görülüyor. Önderliğin, PKK'nin çıkışından günümüze kadarki süreçte, davası uğruna mücadele eden ve yaşamını ortaya koyan insanların, arkadaşlarının anılarını sürekli koruma çabası da bu derin bilinçle bağlantılıdır. PKK'nin şehitler partisi olarak ifade edilmesi, böylesi bir tarihsel bilinç ve gerçeklikle bağlantılıdır. PKK, kendisini bir şehidin, Haki Karer'in anısına kurulmuş bir parti olarak ifade etmektedir. Aslında PKK, kendi kahramanını, kendi şehidini sahiplenebildiği için, bu kadar hızla gelişebilmiştir. Daha sonraki bütün süreçlerde de, bu böyledir. Bunun dışındaki herhangi bir yaklaşımla PKK'yi izah etmek çok fazla anlamlı olmayacağı gibi, bir saptırma yaklaşımı olacaktır. PKK'nin ilk kuruluş sürecindeki diline, üslubuna ve adlandırmalarına bakalım; hepsi mutlaka şehitlerle bağlantılıdır. PKK, şehitleri sahiplenebildiği ve yaşatabildiği oranda gelişmiştir. Ve Kürt toplumunun PKK'yi sahiplenmesinin temel nedeni de budur. Kendi soy değerlerini henüz yitirmemiş, kendi soy değerleriyle bağını koruyan Kürt gerçeği, bu soy değerlerini sahiplenen insanlara büyük bir sempati duymuş, bu insanlara katılmayı, onlarla beraber mücadele etmeyi, arkasından yürümeyi tereddütsüzce kabul etmişlerdir. Yoksa o dönemde, Kürtlük adına sadece PKK ortaya çıkmamıştır. Kürtlük adına mücadele ettiğini iddia eden birçok hareket vardır ama bu hareketlerin hiçbirisi Kürt toplumunun belleğinde, zihniyetinde ve yaşam tarzında bir değişim-dönüşüm yaratamadığı gibi orada yer bile edinememiş, unutulup gitmişlerdir. Bu durum, ancak Kürdün soy değerlerle bağlantılı diyalektiği içerisinde anlaşılabilir. Kürtlük, tarih içerisinde kendi soy değerlerini, kendine has bir diyalektikle koruyup, yaşatabilme yeteneği ile varlığını sürdürebilmiş bir gerçekliktir. Son yıllarda kürdün bu soy değerlerine karşı korkunç bir saldırı vardır. Kürt kültürünün, müziğinin, destanının yok edilmesi, dejenere edilmesi, kürdün yaratmış olduğu kahramanlık değerlerinin, adlarının içeriğinin boşaltılması, sistemin Kürtlük şahsında demokratik komünal kalıntı ve anılarına büyük bir ideolojik saldırısıdır. Bu böyle algılanmadığı takdirde, sistemin asimilasyon ve yok etme çabası karşısında direnebilmek mümkün olmayacaktır. PKK'nin yaratmış olduğu değerlerin başında ad koyma vardır. Ulusal Diriliş Mücadelesinin başlaması ardından doğan Kürt çocuklarının neredeyse tamamının adlarının Kürt renkli, direniş renkli olması, belki de PKK'nin yaratmış olduğu en büyük kazanımdır. Bunlar, Kürtlük adına yaratılmış en büyük değerlerdir. Ve bu adların her birisinin ifade ettiği derin anlamlar vardır. Kürt çocuklarının isminin Agit, Berivan, Zilan, Beritan olması, Kürdün bu tarihsel gerçeği ile bağlantılıdır. Neredeyse bir küfür haline dönüştürülmüş Kürt isimlerine yeniden sahiplenilmeye başlanması da bunu göstermektedir. Bir Zerdeşt, Derwéş, Edul, Mem, Zin isminin sahiplenilmesi, bu tarihsel değerlerin yeniden diriltilmesi anlamına gelmektedir. Kürtlüğün yaşayan damarları olarak Kürt kültürünün ve sanatının, kısaca Kürt belleğinin yeniden canlandırılması, sistem için en büyük tehlikedir. Bu yüzden de sistem Kürt ismini yasaklamakta, Kürt isminin tekrar canlanmasının önüne geçmeye çalışmaktadır. Kürt müziğinin yasaklanması, devletlerin Kürt isimlerini kayda geçirmemesi yönündeki yaklaşımlarını çok basite almamak gerekmektedir. Bu, Kürtlüğe karşı bilinçlice konulan bir tavırdır. PKK'nin ısrarla kendi mücadele gerçekliği içerisinden gelen insanları bu adlarla sahiplenmesi, ya da bu insanların bu adları sahiplenmesi, devam ettirmesi ve yaşatması noktasındaki ısrar da, bu bilinçle birlikte ele alındığı takdirde anlamlıdır. Şehitlerin adlarının, anılarının yaşatılması ve onların yaşam içerisinde birer ölçü haline getirilmesi, direnişimizin, varlığımızın devam ettirilmesinin temel garantisidir. Siyasi, askeri, örgütsel alanda, birçok darbeler yiyebiliriz. Hatta bu hareket bütünüyle tasfiye bile edilebilir ama bu hareketin geleneği, bir isim üzerinden, bir şehidin anısı üzerinden bile kendisini bin defa var edebilecek bir güce sahiptir. Son yıllarda bu noktada ciddi sorunların yaşandığını kabul edip, kendimizi mutlak bir düzeltmeye tabi tutmamız gerekiyor. Önderliğin bu yönlü yoğun çabaları, özellikle komplo sonrası süreçte eksik bırakıldı. Önderliğin bu konudaki çözümlemelerini süreklileştirme imkanları sınırlandırılınca, bunu yapması gereken kadroların bu görevlerini yerine getirememesi, bir boşluğa neden oldu. Oysa Önderlik daha yakalandığı ilk süreçte, komplo sürecinde eylem yapan her şehit için bir kitap yazmak gerektiğine dikkat çekti. Kürt, kadın kahramanlarıyla kendi rengini bulmaya başlamıştır Sistem askeri olarak kendisine karşı direnen hareketi tasfiye etmede sonuç alamayınca, yine siyasal, örgütsel planda sonuç alamayınca, onun soy değerlerini yozlaştırarak sonuç almak istemektedir. Yine toplumun zihniyetinde özgürlük değerleriyle eş adlandırmaları, kavramları, değerleri yozlaştırmaya ve hareketin yaratmış olduğu güneş kadar net değerleri muğlâklaştırmaya dönük çabalar içine girmiştir. Tabii bu, mücadelenin bir yönüdür. Diğer yönü ise, sahiplenilmesi gereken temel bir görev olarak, kendini üretmeye devam etmektir. Bu da, değerlerin yaşatılması ve kalıcılaştırılmasına dönük çabalarda ifadesini bulacaktır. Bu noktalardaki zayıflık ve yetersizliklerimizi giderirken de, kendimizi ancak bu değerlerin karşısına koyarak doğru bir duruşun sahibi olabiliriz. Bu gerçekliklerin kendisini en çok ifade etmesi gereken noktalardan birisi de; kadın şehit gerçekliğidir. Aslında tarihteki kahramanlıklar erkek egemenlikli sistemin bir yansıması olarak, doğal toplum geleneğini temsil eden topluluklarda bile erkek renkli bir tarzda üretilmiştir. Bu tarihte kadın kahraman çok azdır. Neredeyse unutturulmuştur. Kadın kahramanlar erkek kahramanların birer tamamlayanı, birer mücadele gerekçesi olmanın dışında bir anlam ifade etmemiştir. Oysa PKK'nin kendisi, değer yaratan, sembol ve simge haline gelen bir kadın gerçekliği yaratmıştır. PKK'ye saldırının, en çok bu noktada olduğu çok rahatlıkla belirtilebilir. PKK'nin yaratmış olduğu kadın kahramanlık gerçeği, neolitik toplumun yaratmış olduğu kadın renkli, kadın merkezli toplum gerçeğinin günümüzde yeniden diriltilmesi ve güçlü bir tarzda, ada ve anlama kavuşturulmasıdır. Bunu ne kadar sahiplendik ne kadar yaşamsallaştırdık noktalarını çözümlememiz gerekir. Bu noktada Önderliğin çok derin bir bilinçle bağlantılı yaklaşımlarının olduğu bilinmektedir. Önderliğin Zilan, Beritan ve Sema arkadaşlar üzerine yapmış olduğu değerlendirmeler ve bunları birer çizgi olarak tanımlaması, kesinlikle bir tesadüf değildir. Son yıllarda, PKK şehitlerinin sembol düzeyinde kadın renginin ön plana çıkması, kadının bu noktadaki kendini ifade tarzı, bütün toplumsal değerlere egemen kılınmaya çalışılan, erkek egemenlikli toplumsal kültürü paramparça edebilecek bir güce sahiptir. Çok az harekette bu kadar kadın kahraman ortaya çıkmıştır. Tarihte eşi benzeri yoktur. Birçok toplum bir tek kadın kahramanın adıyla kendini koruyabilme gücünü göstermiştir. Jeanne D'arc sürekli örnek gösterilen önemli bir semboldür. Bununla birlikte Kürtlüğün masal, efsane, destan biçiminde yaşayan kadın kahramanları vardır. Zin ve Edul bunun en çok bilinen örnekleridir. Bu örnekler Kürt kadınının direniş sembolü, direniş simgesi olarak, iyi görülmesi gereken örneklerdir. Bugün Kürdün adı Zilandır, Beritan'dır, Sema'dır. Bu özellikle son yıllarda Kürt kadının kendini yaratma, toplumda hakim renk haline gelebilme yeteneğinin çok geliştiğini, iradesinin çok keskinleştiğini göstermektedir. Bunlar, Kürdün değişen rengini göstermektedir. Kürdün değişen rengi kürdün kadınlaşan rengidir. Kürt, kadın kahramanlarıyla kendi rengini bulmaya başlamıştır. Kadının gücünden, kadın özgürlük ideolojisinin, hareketinin, mücadelesinin gücünden bahsedilecekse, bu Berivanlarda, Semalarda, Zilanlarda, Beritanlarda ifade edilebilir. Başka hiçbir ifade tarzı, bu özgürlük mücadelesini tam ifade edemez. Bunlar günlük olarak kendisini üreten, yaşayan değerler olarak var olmaya devam etmektedir. İnsanlık tarihi boyunca kadın direnişinin sembolü ve simgesi olmuş değişik isimler de var. Ama şunu hiçbir zaman unutmamak gerekir ki, kadın tarihi açısından sistem karşısında en radikal mücadeleyi veren, bu noktada en güçlü değerleri yaratan, PKK önderlikli gelişen toplumsal kurtuluş mücadelesi olmuştur. Başkan Apo'nun yaratmış olduğu ideolojinin öncülük ettiği kadın, özgürlük hareketinin bizzat kendisidir. Dünyada çok az ulusal, sınıfsal ve cins mücadelesinde bu kadar direniş sergilenmiş, bu kadar düzeyli, güçlü bir bilince sahip kadın kahraman yaratılabilmiş; kadın rengini bütün bir topluma hakim kılabilecek güçte bir kadın gerçekliği yaratılabilmiştir. Bu kadın gerçekliğinin sahiplenilmesi, yaygınlaştırılması ve evrenselleştirilmesi, evrensel çapta da kadın özgürlük mücadelesinin en büyük gücü olacaktır. Hiç kuşkusuz kadının evrensel özgürlük mücadelesine en büyük katkıyı sunacak gerçeklik, Kürdistan'daki kadın özgürlük hareketi ve kahramanları olacaklardır. Bizim görevimiz, şehit yoldaşlarımızın umutlarını evrenselleştirmektir. Şehitleri yaşamak yaşatmak, bütün toplumsal mücadelelere, özellikle kadın mücadelesine mal etmek gibi bir görevimizin olduğunu asla unutmamalıyız. Kendimizi bunlarla ifade etmek, bu renklerle, değerlerle evrensel kadın mücadelesi içine taşırmak ve bu rengi kadın özgürlük mücadelesine mal etmek, kadın özgürlük mücadelesini belki de yaşamış olduğu bütün handikaplardan kurtarabilecek bir çaba olacaktır. Zira yaratılan bu değerler, sistemin en köklü reddini, sistem karşısında en keskin iradenin, direnişin dinamiklerini içerisinde barındıran bir geleneğe sahiptir. Her kadın şehidimizin yeniden ele alınması, yeniden işlenmesi; yaşam içerisindeki duruşlarının en ince ayrıntısına kadar incelenmesi, eylemlerinin, düşüncelerinin topluma mal edilmesi gerekmektedir. Onlar sadece ölümüne dövüşen kahramanlar değil, yaşam yaratan kahramanlardır. Kendi yaşamlarıyla yeni ölçüler oluşturan, yeni üsluplar yaratan, çizgi haline gelen insanlardır. Bir Beritan, Zilan, Sema ve en son Viyan çizgisi, bütün bir toplumsal kurtuluş mücadelesinin rengini belirleyebilecek güçte ve ölçü yaratabilecek düzeyi olan gerçekliklerdir. Kadın özgürlük mücadelesini bu ölçülerle ulusallaştırabildiğimiz oranda ulusal, evrenselleştirebildiğimiz oranda da evrensel bir hareket olabiliriz. Bu anlamda kadın özgürlük mücadelesinin şehitlerini, kahramanlarını, sembol ve simgelerini sahiplenmek, kadın özgürlük ideolojisinin, özgürlük hareketinin ve öncüsünün en temel görevidir ABDULLAH ÖCALAN SOSYAL BİLİMLER AKADEMİSİ
- Ayrıntılar
- Görüntüleme: 344
Demokratik Uygarlık Manifestosu ile çağımızın ve geçmiş uygarlıkların tarihsel, güncel, ideolojik çözümlemesi en kapsamlı şekilde yapılırken, insanlığın gelişim aşamalarını bilimsel düşünce ışığında aydınlatmak anlama gücümüzü arttırıp derinleştirmektedir. Bu derinleşme, bizde coşkuyu, morali, araştırma ve inceleme istemini, kendini manifesto temelinde yeniden ele alma arayışını geliştirmektedir. Bunda en temel neden, Manifestomuzun, bilinmeyenlerin kapısını aralaması, reddedilecek yaşam ölçüleriyle insana layık yaşam ölçülerinin perspektife kavuşması, çözümlemelerin geçmiş birikim üzerinden daha da derinleşmesidir. Son süreçlerde hareketimizde yaşanan canlılığın en temel nedeni, Manifesto’da ortaya konan, her bireyin çevresinden ve geçmişinden beslenerek kendi kendisine düşünüp tahliller yapabileceği ‘bilinç’ öğesinin oluşmasıdır. Bu öğe, devrimcileşme ve yaratıcı bir birey olabilmenin en önemli özelliğidir. Tüm geriliklere karşı durabilecek kişiliğin, özgürlük ve eşitlik ilkeleri temelinde oluşturulmasının başlangıç adımıdır. Çünkü kendini tanımayan, kimliğini netleştirmeyen insan hep başkalarına ait olur, başkalarına dayanmak zorunda kalır. Sınıflı sistemi yaratanlar gerçeğin bilgisini ve bilincini insanlıktan alıkoyarak kendi denetimlerinde, uygun gördükleri yaşamın hizmetine soktular. Böylece, insanlık neye ait olduğunun, neyi yaşaması gerektiğinin ayrımını yitirerek, özlemini duyduğu dünya ile var olan dünyanın bağlarını yavaş yavaş kopararak sömürülü yaşamı normal ve zorunlu görmeye başladı. Elbette bu gerçekleşirken insan da yavaş yavaş aynı sistemin etkisine girdi ve özelliklerini kazandı. Buradan da anlaşıldığı ve mitolojilerde de görüldüğü gibi ilk yanıltma, insanın düşüncesi üzerinde yapılmaktadır. İnsanlar kendilerini köle olarak tanrılara ve rahip-yöneticilerin kendilerinden üstünlüğüne önce inanırlar, sonra bağlı hisseder ve bu kimlikle bir kölenin görevleri ne ise onu yerine getirirler. Böylece sistem, bilinçsiz bırakılmış insanlara istediği her şeyi yaptırabilmektedir. İnsanların inançta ve düşüncede ikna olmasıyla gönüllü köleliğe dönüşen bağlılık, sistemi daha da kalıcılaştırmıştır. Sistem acımasızlaşıp, verimsiz hale geldikçe baskıcılığı ve vahşiliği ise daha da artmıştır. Sistemin, özgürlük ve hak mücadelelerine rağmen, kılıf değiştirerek, maddi koşullara kendini uyarlayarak günümüze kadar ulaşabilmesi, toplumda yarattığı bu bilinçsizlik ve köleleştirici inançtan ileri gelmektedir. Sınıflı toplum içindeki hem reformcu ve hem devrimci gelişmelerin de önce düşüncede gelişmesini böyle anlamlandırmamız yerindedir. Köleliği ve onun tanrısını sorgulayan mistik hareketler ile peygamberler ve felsefeciler maddi zemindeki değişmelerle beraber feodal çağın önünü açıp gelişmesini sağladılar. Skolastik düşünce karşısında batıda yaşanan Rönesans, kapitalizmin önünü açtı. Sosyalizme ilişkin ise Marx’la yetersiz de olsa sistemleşen, yöntem kazanan tahliller, Lenin’le pratikleşti. Bu teori ve pratikler ise, Önderliğimiz tarafından bugün bilimsel yöntemlerle tahlil edilip, yetmezlikleri aştırılarak ezilenlerin mücadelesi daha gerçekçi ve sonuç alıcı bir doğrultuya kavuşturulmuştur. Ve tüm bu gelişmelerden ulaşacağımız sonuç, en güzel ve insana layık olan yaşama doğru giderken bilginin ve aklın gücünün, içselleştiğinde, bir mekanizma haline geldiğinde gelişmeyi yarattığıdır. Önderliğimiz, Manifestomuzu ‘Özgür İnsan Savunması’ olarak değerlendirdi. Özgür iradeli, sosyalist bireyi esas alan ideolojimizi yaşamsallaştırırken, güçlü ve derin olan sistemle, onun yarattığı karakterle mücadele ederken bilinç son derece belirleyicidir. Çünkü bireyin kimliğini netleştirerek, gerçeğe ve amacına ulaşmasında bireysel denetimini sağlayan, görevleri temelinde kabul red ölçülerini geliştiren içselleşmiş düşünce gücü, vicdanıdır. Özgür bireyin yıkılamayacak bir kale olabilmesinde bilinçli yaşamanın, amaçlı ve sorgulayıcı vicdanın, ahlakın bütünselliğini oluşturmak önemli bir gerçekliktir. Tarih ve toplum bilincinin önemi yaşamımızdaki en önemli gündemlerimizden biridir, fakat ikinci plana ittiğimiz cins bilinci de bizim açımızdan hayati değere sahiptir. Cins olarak, kimliğimizi netleştirmek ve gerçeğimizde yaratılan tahribatları tespit edip görevlerimizi yerine getirmek, yeni ilişki perspektifimizi içselleştirerek onun ahlaki-vicdani denetim mekanizmasını oluşturmak sosyalist bir yaşamın daha da güçlendirilip, topluma yansıtılması açısından önemlidir. Önderliğimiz’in ‘bireyleşme’ olarak önümüze koyduğu doğru, bilinçli ve ilkeli yaşamın geliştirilmesi ile olur. Genel anlamda cins bilinci ve erkeğin psikolojisi üzerinde sınırlı bir birikimimiz olsa da, ideolojik kapsam ve sosyalist yaşam gerçeği açısından bunun yetersizliğini yaşıyoruz. Bunun en temel nedeni, bin yılların sisteminin kişiliğimiz, duygu ve düşünce yapımız üzerinde yol açtığı tahribatlardır. Çünkü uygarlığın başlangıcından itibaren yaşam, kadın ve erkek açısından eşit olmayan bir seyir izlemiştir. Bunu Önderliğimiz, ‘Kadın ilk sömürülen sınıf, ulus ve cinsti’ sözüyle ifade etmektedir. O dönemden günümüze kadar evde-ailede, yönetimde ve sistemin gelişen tüm ayaklarında erkeğe başat rol verilip yüceltilmektedir. Bu gerçekten yola çıkarak, kişiliğimizdeki tüm olumlu ve olumsuz yönlerimizi kimlik kazanma temelinde netleştirip daha derin bir sorgulamayı geliştirmemiz şarttır. Aksi, şahsımızda, anlayışımızda, ilişkimizde tüm özgürlük iddiamıza rağmen sistemin bazı özellikleri ile yaşamamıza neden olur. ‘Yeni yaşamı yaratmak için ilişkiler sorgulanmalı, yenilenmeli’, ‘Erkeğin dönüşümü toplumun dönüşümünün tamamlanmasıdır’ diyen Önderliğimiz, amacımızla yöntemimiz arasındaki bağı kurarak, mücadelemizin doğuracağı sonuçları kendi şahsında gerçekleştirmiş ve perspektif olarak bizlere de sunmuştur. Manifestoda gördüğümüz gibi cins ilişkilerinde sömürünün gelişmesi ile beraber sınıf ve ulusların sömürülmesine gidilmiştir. Duygular ve düşünceler üzerinde derin eşitsizlikler ve ayrıcalıklar temelinde tahribatlar yaratılmıştır. Ve insana bilinçli bir birey olma, özgürleşme imkanları sunulmamış, doğruların uzağında tutulup kendisine ait olmayanları yaşamaya mecbur bırakılmıştır. En önemli halka olarak, cinslerin kimliği ve bilinciyle oynanmış, cinsler arasındaki eşitsizlikler kutu içinde kutularda saklı tutulup, göğe atılmaya veya toprakla üstü örtülmeye çalışılmıştır. Sömürü sistemi servetini kadının mülk haline getirilmesiyle büyütmüştür. ‘Dokunulmaz’, ‘tartışılması günah’, Allahın emri kabul edilen, kadının yetersiz kul olmasına bağlanan bu gerçek, sistemin yumuşak karnı olduğundan, dokunulduğunda sistem sarsılabilir, çıkar dünyalarını yıkabilirdi. Kadının diline töreler, yasalar ve tabularla kilit vurulmasının, kadına tanınacak en küçük hakkın günah sayılmasının, ilişkilerin özde egemenliğe pratikte güdülere dayandırıp, günümüzde sahteliklerin yoğun bir çaba ile örtülmeye çalışılmasının, kılıflara konulmasının temelinde bu gerçek yatmaktadır. İradesiz bırakılan ve özünden uzaklaştırılmaya çalışılan kadın, erkeğe ‘sus payı’ olarak verilmiştir. Kadın neolitikteki kimliğinden uzaklaştırılmış, erkek ise sistem temelinde bir karakter kazanmıştır. Ve zamanla kadın, özüne ait olmayan düşüncelerin ilk uygulayıcısı olmuş, sistemin en dinamik gücü haline gelip yabancılaşmayı iliklerine kadar yaşamıştır. Öyle ki bu durumu bir değer ve ayrıcalık olarak görmüş ve sistemi kutsalmış gibi korumaya çalışmıştır. Bahsettiğimiz geri erkekliğin altında koca bir sömürü sisteminin gerçeği vardır. Ancak cins bilincinden yoksun birçok özgürlükçü hareket ve birey emekleri ve çabalarına rağmen istedikleri sonuca ulaşamamışsa bu nokta (cins bilinci) belirleyici öneme sahiptir. Yetersiz kimlik ve anlayış ile insanlık görevlerinin yerine getirilme mücadelesi yetersiz kalır. Bu anlamda cins bilinci ile sınıf, ulus ve toplum bilinçleri birbirini tamamladığında ‘sosyalist bireye’ ulaşma ve bunun toplumsallaştırılması mücadelesini güçlendirme sağlanır. Cins bilinci erkek açısından da geliştiğinde bilinçli, amaçlı, sorgulayıcı ve mücadeleci ilişkilenmeler ile sosyalist yaşamın ve bireyin gelişmesi daha hızlı ve güçlü adımlarla gerçekleşecektir. Önderliğimiz ,‘En büyük devrimci, düşmanını içinde yenmesini başarandır’ sözüyle duyguda, düşüncede ve ruhta yaşanacak gelişmelerin ulaşmak istediğimiz hedefimiz noktasında belirleyiciliğini ortaya koyuyor. Hepimizin içinde özgürleşme noktasında daha güçlü gelişmemizi sağlayacak kıvılcımlar vardır. Cins bilinci temelinde geliştirilecek mücadele ve ilişkilenme bu kıvılcımları alevlendirecek güce sahiptir. Ve yüreğimizdeki, beynimizdeki ağların yol açtığı doğallığından uzaklaşmayı aşmada önemli sonuçları doğuracaktır. Eğitimimizin özü, birçok boyutu olmakla beraber temelde cins özgünlüğünün ele alınarak geri erkekliğin sorgulanması ve buna karşı mücadelenin geliştirilmesiydi. Kendimizi tanıyıp kimliğimizi netleştirmede cins bilinci en önemli halkalardan biridir. “Yalancı ve zorba erkeklik”in tanınıp aşılması büyük eşitlik ve güzellik yaratmanın kimlik olarak kazanılıp, duyguda, ruhta, düşüncede bir yenilenmenin gelişmesinde önemli sonuçları doğuracaktır.
- Ayrıntılar
- Görüntüleme: 198
Birinci Bölüm: Toplumsal doğa bizim hiçbirimizden uzak olmayan bir gerçeklik. Önderlik tüm savunmalarında her zaman başlangıcı toplumsallıkla başlatır.
- Ayrıntılar
- Görüntüleme: 172
PARTİMİZİN İDEOLOJİK ESASLARI VE İLKELERİ 3- Örgütlülük Dikkat edelim Önderlik, özgürlüğe dayalı bir yaşam paylaşımı için örgütlülük diyor.
- Ayrıntılar
- Görüntüleme: 175


