Şehit Helin Murat Kadın özgürlüğü ve ekoloji olguları 21. yüzyılın en yükselen değerleri arasındadır. Bu olgular yeni paradigmanın en temel ayaklarını oluşturarak yeni perspektif sunmaktadır bizlere. Hiyerarşik-devletçi toplumun cansız, ölü, değişmez paradigması ilk kez bu kadar köklü bir değişimi dayatmıştır.
Bu noktada neden bir paradigma değişimi sorusunun anlaşılması önemlidir. Yeni paradigma tartışmaları 20. yüzyılın son çeyreğinde çok yoğun olarak yapılmaya başlandı. Dev gibi toplumsal ve çevresel sorunların altından ancak yeni bir evren-doğa anlayışıyla köklü çözümler bulunabileceği giderek daha iyi anlaşılıyor. Çünkü eski paradigmadan çözüm beklenemeyeceği gibi bilakis dünyada yaşanan tüm toplumsal sorunların altında bu eski paradigma yer almaktadır. Eski paradigmanın tarihi kökenleri çok eskilere dayanmakta ve mitolojik, dinsel, felsefi ve bilimsel biçimlerde ifadesini bulan ataerkil değerler sisteminden oluşmaktadır. Çok yönlü eleştirdiğimiz eski paradigma hiyerarşik toplumla başlamıştır. Cansız evren-doğa anlayışı doğal toplumun canlı-evren anlayışını köklü değiştirmiştir. Bu paradigma çağlar boyu özünde bir değişim yaşamadan ama değişik biçimlerle günümüze kadar gelmiştir. Burada eski paradigmanın artık neden bir değişme sürecinde oluşunun anlaşılması ve aynı şekilde yeni dinamiklerinin, düşünüş ve değerlerin de anlaşılması için özellikle 20. yy’ın iyi incelenmesi gerekiyor. Finans-kapitalist kültür, ulus-devlet anlayışıyla topluma tek kültürü dayatarak toplum olgusunu ve ekolojiyi alt üst etmiştir. Her olguda teklik mantığı tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanamayacak bir düzeye varmıştır. Oysa hiçbir dönem dünya bu kadar tek taraflı bir irade ile yönetilmemişti. Ulus-devletin hâkim toplumsal sistem olarak kendini dayattığı 19. yy’ın ikinci yarısından sonraki süreç insanlık açısından büyük trajedi ve katliamlara konu olmuştur. Finans kapital sistem teklik mantığından dolayı çokluk, çeşitlilik, farklılık olgularına kapalıdır. Bu nedenle demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü değerlerin inkarcısıdır. Gelinen aşama artık cansız, ölü madde anlayışının terk edilişidir. Eski paradigmanın önemli bir aşaması olan 17. yüzyılın aydınlanmacı bilimsel paradigması da aynı şekilde kökten sarsılmıştır. 17. yüzyıl bilimi günümüze kadar olan bilimsel yapılanmayı etkilemiş ve şekillenmesinde temel rol oynamıştır. Bacon, Descartes, Newton, bilimi denilen düalist mekaniktik bilimi başta yeni fizik dediğimiz kuantum ve kozmos fiziğiyle aşılmaya başlamıştır. Paradigma değişimleri her zaman sık olan olgular değildir kuşkusuz. Eski paradigmanın değişimi insanlığın kaderini belirleyecek dinamiklere sahiptir. Yeni fikirler, yeni tartışmalar insanlığın çözülemeyen sorunlarına umut ışığı olmakta. Büyük heyecan, yaratıcılık, çözüm olanakları gelişiyor bu yeni tartışmalarla. Dünya insanlığı 20. yy’da sonuçları milyonlarca insanın katledilmesine, büyük manevi ve maddi kayıplara yol açan iki büyük ekonomik çıkar savaşına tanık oldu. Tüm savaşlarda olduğu gibi her zaman en fazla halklar, kadınlar, çocuklar ve çevre zarar gördü bu korkunç, kanlı iktidar savaşlarından. Baştan sona kanlı, çatışmalı, bunalımlı ve yoksulluk içinde savaşlarla dolu bu 20. yüzyılın politikaları tüm uygarlık tarihinin toplum ve doğaya verdiği zararların toplamından daha fazla olduğu tespit edilen önemli bir gerçekliktir. Dünyayı daha fazla denetimi almak, sömürmek, tekleştirmek için iktidarcı-devletçi bir avuç kapitalist tekel sahipleri milliyetçiliği geliştirerek halkların birbirini boğazlamasından, kan ve gözyaşından sınırsız kazanç elde etti. Tüm çağların kolektif emeği üzerinde gelişen bilim ve teknik imkânlar insanlığın yaşam şartlarını düzeltme, geliştirme yerine çıkarcı bir azınlığın elinde, topluma karşı, insanlığı yok etme üzerine kullanılınca mevcut tablonun korkunçluğu daha iyi anlaşılmakta. Bu noktada hala belleklerden silinemeyen atom bombasının icadı ve kullanılması mevcut sistemin anlaşılmasında adeta bir sembol oldu. Atom bombası gibi bir tekniğin yüz binleri yok etmek için kullanılması kapitalist sistemin anormalliğini, insanlık karşıtlığını, çıldırmış ve korkunçluğunu çok iyi ifade etmektedir. Özellikle kapitalist sistemin bu şekilde 2. Dünya Savaşları ve sonrasında topluma ve doğaya verdiği yıkım, tahribatların sınırsızlığı o kadar çok ayyuka çıktı ki halkların, demokratik kesimlerin mevcut sisteme olan kuşkuları ve öfkeleri de aynı paralellikte gelişmeye başladı. Kapitalizme güvensizlik kadar ve onun mezhepleri haline gelmiş 150 yıllık devletçi sosyalizme de aynı şekilde daha fazla eleştirisel yaklaşım yanı sıra güvensizlik de gelişmiştir. Devletçi sosyalist geleneğin tüm özgürlük ve eşitlik iddialarına rağmen bu amacını geliştiremeyişi, hatta kapitalizme benzeşmesi güvensizliğe yol açmıştır. Bu şekilde 1848 döneminin devletçi sosyalizm geleneği sarsılmıştır. Bu gelişmeler kapitalizmin 1968 yılından itibaren kaos sürecine girmesine yol açmıştır. Bu açıdan 1968 gençlik hareketliliğiyle; yeni sol, ekolojik, feminist, barış hareketleri vs. birçok yeni zihniyet ve toplumsal hareketlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1960-1970’li yıllar bu nedenle yeni fikirlerin ortaya çıktığı yıllardır. Bu yıllarda hiyerarşi, iktidar, tahakküm gibi konular en fazla tartışılan konular arasındaydı. Bu dönemdeki yapılan bu tartışmalar önemli paradigma değişimine yol açtı. Bu yeni bir kültür, yeni bir zihniyet, yeni bir yaşamdır. Bu açılardan 68 hareketini özgürlük açısından önemli bir adım, çıkış olarak değerlendirmek gerekiyor. Fakat bu özgürlük ruhu sonuna kadar devam ettirilememiş, yarım kalmıştır. 1968’in özgürlükçü ortamında en fazla dikkat çeken ve toplumu etkileyen olgulardan birincisi; feminist değerlerle kadın olgusunun aydınlatılma çabalarıyken ikincisi ise; doğaya egemenlikli yaklaşımların giderek sorgulandığı ekoloji olgusu olmuştur. Bu dönemde ekoloji terimi ilk kez geçmiş dar anlamından kurtulmaya başlayarak toplumsal bir nitelik kazandığını görmekteyiz. Bu önemli bir gelişimi ifade etmektedir. Bu nedenle ekoloji derken toplumsal ekoloji kastedilmektedir. Ekolojik sorunların toplumsal sorunlardan kaynağını alması ve toplumun özünde ekolojik bir olgu olması ekolojinin toplumsal nitelikli olarak ele alınması şeklinde doğru bir ekoloji tanımı geliştirmektedir. Bu açıdan ekoloji radikal, devrimci bir dünya görüşünü ifade etmektedir. Ekoloji; toplum ve doğa ilişkilerini inceleyen, mevcut ekolojik bunalımın sorunların nedenini inceleyen, doğa ile toplum arasındaki yabancılaşma ve kopuşun aşılmasını sağlayarak yeniden iyileşmeyi geliştiren bir bilimdir, bir dünya görüşüdür, en temel ideolojik bilinçlerden biridir. Bu açıdan ekoloji yeni paradigmanın en temel ayaklarından birini oluşturmaktadır. Ekolojiyi radikal kılan çözümü hiyerarşik-devletçi toplumun dışında arama yönüdür. Ekolojik bilinçten yoksun toplumsal bilinçlilik sistemin kaosunu aştıracak bir gelişime yol açamaz. Toplumun demokrasi, cinsiyet özgürlüğü ve ekoloji olgularında yeniden aydınlanması, yapılandırılması olmazsa olmaz kabilindedir. Bu toplumun yeniden kurulması demektir. 1970’li yıllar doğa-toplum ilişkilerinin sorgulandığı tartışmalar döneme damgasını vurmuştur. Ekolojik sorunların kaynağı hiyerarşik toplumla başlar fakat en krizli hali yukarıda bahsedildiği gibi sanayi dönemi ve kapitalizm dönemine aittir. Ekolojik sorunların kaynağını değerlendirirken bu nedenle kapitalizme özel bir vurgu yapmak en doğru yaklaşım olacaktır. Kapitalizm, en kapsamlı, tüm dünyayı fethetmiş bir sömürü sistemidir. Kapitalizmin hakim toplumsal sistem olarak ortaya çıktığı sanayileşme dönemi -19. yüzyıldan başlayan dönem- ekolojik krize yol açmıştır. Bu, kapitalizmin öl ya da büyü, rekabetçi, her şeyi meta ilişkilerine indirgeyen yaklaşımdan kaynağını almaktadır. Kapitalizmin ulus devleti ekolojik krizi diğer dönemlerin toplamı kadar kısa sürede derinleştirdi. Bu dönemi toplumsal kanserleşme, çürüme olarak ifade ediyoruz. Toplum, doğa, birey katliamından bahsetmek bu nedenle abartılı olmayacaktır. Kapitalizm, doğanın hiçbir kutsallığını, canlılığını dengesini düşünmeden sadece istismar ediyor. Ve doğaya olan bu yaklaşımları hem kendisine hak görüyor hem de meşrulaştırmaktadır. Nasıl ki tarihte kadının biyolojik farklılığı köleliği için meşrulaştırılma gerekçesi yapılmışsa aynı şekilde doğanın, bitkilerin, hayvanların da yaratıldığından beri insana hizmet etmek için var olduğu şeklindeki tek tanrılı dinlerdeki insan merkezli yaklaşımlar da doğanın sömürülmesi ve tahakküm altına alınması erkek egemenlikli sistem tarafından meşrulaştırılmıştır. Kapitalizmin toplumsal kriziyle çevresel krizi birleşmiştir. Nasıl ki toplumsal sistem krizi bir kaosa dönüştü, çevrenin yaşadığı felaketlerde alarm çanlarını vurmaya başlamıştır. Kısacası kapitalist sistemin yaşadığı kaosla çevre felaketi arasındaki ilişki diyalektiktir. Bu açıdan dünyanın sanayileşme dönemi öncesi ile sonraki ulus devlet döneminin hâkim olduğu finans kapital dönem daha farklıdır. Ekolojik sorunların “çevre krizi” olarak bilimsel olarak tespit edilip isimlendirilmesi 2. Dünya Savaşı sonrasına tekabül etmesi önemli bir hususu vurgulamaktadır bu dönem açısından. Yine 19. yüzyıl öncesinde en azından zanaatçılık, köy toplulukları gibi karma ekonomiler henüz toplumsal yaşamda belirgindir. Kapitalizm ise tüm bunları ortadan kaldırarak tek kültür, tek ekonomi, tek tip, tek dil, ırk, tek milliyet, tek cinsiyet gibi teklik kültürünün köklü derinleştirilmesine yol açmıştır. Sanayileşme atmosferdeki doğal döngüleri etkileyecek kimyasal artıkları biyosferin omuzlarına kaldıramaz yükler bindirmiştir. Burada belirtilmesi gereken bir hususta ekolojik sorunlar denilirken sadece kirlilik ele alınmamalı, karmaşıklığın yani çeşitliliğin yerine basitleştirmenin alması olgusudur. Basitleştirme olgusu kapitalizmin teklik, rekabetçi, büyü ya da öl mantığından almaktadır. Bu basitleştirme, tekleştirme her şeyde yansımasını bulmaktadır. Topluma yansıması ise etnik kültürlerin erimesi, dillerin yok olması, demokrasi ortamının olmaması, tarlalarda tek ürün, belli başlı yiyecekler, dev fabrikalar, marketler, tek enerji kaynağı ile bağı kurula bilinir. Nasıl ki kapitalizm toplumun çeşitli, farklı topluluklardan (kadın, çocuk, diller, etnik kültürler, dinsel ve mezhepsel farklılıklar vs.) oluştuğu gerçekliğini saptırarak toplumda tekliğe yol açıyorsa aynı şekilde doğanın karmaşık, birbirine bağlı ekosistemlerini de basitleştirmektedir. Doğadaki türlerin birbirine karşılıklı bağımlılık ve yaşam döngülerini tahrip etmiştir. Bu durum birçok canlı çeşidinin yok olmasına, doğanın dengesinin bozulmasına ve insanın kendi bindiği dalı kesmesine yol açmıştır. Teklik mantığından dolayı sistemin temel enerji kaynakları da tektir. Petrol, kömür gibi fosil yakıtlar sanayinin temel kaynaklarıdır. Bu nedenle 19. yüzyıldan başlayan bu kaynakları elinde bulundurma savaşları dünya insanlığına büyük kaybettirmiştir. Bu bilinen belli başlı enerji kaynakları savaşlara, dışa bağımlılığa, rekabetin yanı sıra, aşırı karbondioksit salınışından dolayı ozon tabakasının delinmesine, küresel ısınma ve iklim değişimlerine yol açmaktadır. Oysa yaşanılan coğrafyaya uygun, yerel, küçük ölçekli alternatif enerjilerle (küçük barajlar, rüzgâr, güneş enerjisi vs.) aynı enerji ihtiyacını sağlıklı bir şekilde karşılamak mümkündür. Yeni teknik ve enerji kaynaklarının yerel olması, bilim ve teknolojiyi elit, bürokratik kesimlerin elinden alınması halkın yönetmesinin yolunu açacaktır. Kapitalizmin toplum ve doğaya verdiği zararlar sınırsızdır. Böyle devam ederse kapitalizm, evrimsel süreci (karmaşık ekolojik ilişkileri) tahrip ederek insanlığın beslenmesini bile tahrip edecek düzeye gelmiştir. Kapitalist mantığın daha fazla kar mantığından dolayı toprağa atılan kimyasal gübre ve ilaçlar toprağın doğal yapısını bozarak biyolojik çeşitliliğin azalmaya başlamasını sağlamıştır. Bugün gıda sektörü 5-6 ulus ötesi şirketin elindedir. Bu şekilde tek kültür dayatılmakta, yerel tarım yok edilmektedir. Sayısız bitki ve havyan türleri her gün yok olmakta, akarsular kirlenmekte, toprak çoraklaşmakta, kutuplar erimekte, nükleer santrallerin artıklarıyla dünya bir çöpe döndürülmüş durumdadır. Yine dev kentler, aşırı nüfus artışı, açlık, yoksulluk, kanser hastalıkları vs. bunlardan sadece birkaç başlıktır. Önlem alınmasa, mücadele edilmezse dünya yaşanmaz duruma gelmesi uzak bir ihtimal değildir. Ekolojinin giderek önemli olmasında bu ekolojik sorunların dayanılmaz boyutlara gelmesi temel bir etmen olmuştur. Sınırlı bir çevre koruma bilinci ile kaynağını egemen toplumsal sorunlardan olan ekolojik sorunlar çözülemeyeceği de bir diğer önemli gerçeklik olmaktadır. Çevrecilik ya da çevreci hareketler; hiyerarşi ve tahakküm kavramlarını gözden saklar. Çevrecilik “kirlenme” boyutuyla öne çıkardığı sorunları çevre sorunları olarak teknik bir düzeyde ele alıp çözmeye çalışır. Çevrecilik kirlilikten yani sonuçlardan hareket etmektedir. Önemli olan ekolojik sorunları açığa çıkartan toplumsal sistemin sorgulanmasıdır. Çevrecilik bir nevi çevre mühendisliğidir. Ekonomik bir kaygı ile hareket etmekle bilinçsizce tüketilen kaynakların gelecek kuşakların mahrum olacağı kaygısını taşımaktadır. Bir anlamda sanayileşmenin olumsuz sonuçlarını azaltacak teknik gelişmenin peşindedir. Çevreciliğin hava-su kirliliği, zehirli artıklar, gıdaların kimyasallaşması, kentsel büyümenin sınırlandırılması, nükleer santrallere karşı vb. sorunların üzerindeki yoğunlaşmaları desteklenmeli fakat bu tür yaklaşımlar sadece ekolojik sorunların çözümünü getiremez. Çevrecilik bu açıdan sorunun toplumsal kökeni ve çözümüne ilişkin yetersizdir. Çevreci hareketlerin çevre krizinin toplumsal nedenlerden kaynaklandığına yoğunlaşmaları, sistem eleştirilerini keskinleştirmeleri, düşünce ve etkinliklerini radikalleştirmeleri gerekmektedir. O yüzden ekoloji ve çevrecilik olgularını birbirinden ayrıştırmak doğru bir ekoloji tanımı için önemli olmaktadır.


