Özgürlüğün Gerçek Anlamı 

 

Özgürlük, hemen hemen her toplum ve ideolojiden kişinin hemfikir olduğu ve savunduğu bir kavramdır. İnsanlık tarihindeki çatışmaların, savaşların çoğundaki amaç, özgürlüğü kazanmak olmuştur.

Bu, özgürlük kavramının insanlar için taşıdığı önemi ortaya koymaktadır. Kimi zaman insanların tüm sıkıntılardan kurtuluşunun, sadece özgürlükten ibaret olduğu bile düşünülmüştür. Hatta bazı dillerde, "özgürlük" ve "kurtuluş" için aynı kelimeler kullanılmaktadır. Özgürlük kavramının önemi hakkında oluşmuş olan fikir birliği, özgürlük kavramının anlamı söz konusu olduğunda bir anda dağılır.

Batı düşüncesinin özgürlüğe verdiği anlamı şöyle özetleyebiliriz: Özgürlük, insana, diğer insanlar (toplum) ya da devlet -veya başka herhangi bir kurum- tarafından hiçbir kısıtlama ve baskı yapılmamasıdır. İnsanın özgürlüğünü ancak toplumun ya da baskıcı bir devletin koyduğu sınırlamalar engeller. Bu nedenledir ki, "özgürlük" kelimesinden türemiş olan liberalizm, bireyin en önemli varlık olduğunu savunur ve ona özgürlük sağlamak için devletin müdahalesinin en aza indirilmesi, toplumun da olabildiğince hoşgörülü olması gerektiğini savunur. Özgürlük hiçbir sınır ve kural kabul etmemek olarak tanımlandığında ise bunun sonucu anarşizme kadar gitmektedir. Çünkü anarşizm, devletin ve tüm toplumsal kurum ve kuralların yok edilmesini savunmaktadır ki, liberalizme göre bile, özgürlüğün en üst (ancak güvensiz) düzeyi budur. Ancak başta da belirttiğimiz gibi, tüm bunlar, özgürlüğün modern Batı düşüncesi tarafından yapılmış olan tarifinin sonucunda ortaya çıkan düşüncelerdir. Bu tarifin kaynağı ise Hümanist düşüncedir. Liberalizm özgürlüğün merkezine bireyi yerleştirerek toplumsal özgürlükleri bir tarafa bırakmaktadır. Bireysel özgürlük olmadan da diğer hiçbir özgürlüklerin anlamının olamayacağı ideasında bulunmaktadır. Bu yaklaşımıyla toplumsallığa karşı oluğu belirtilebilir.

 

Hümanizmin Özgürlük Tarifi Hümanizm:

15. yüzyıl Avrupa'sında Kilisenin öğretilerine karşı gelişen düşünce akımıydı. Hümanistlerin amacı, evrenin ve insanın varlığı ile ilgili olarak Kilise'nin öğrettikleri dışında yeni bir açıklama getirmekti. Bu yeni açıklamaya kaynak bulabilmek için de, Kilise öncesindeki putperest (Pagan) Avrupa kültürlerine geri döndüler. Eski Yunan ve Roma kaynaklarından yola çıkarak Allah’ı inkâr eden ve insanı herşeyin merkezine koyan hümanizm düşüncesini ortaya attılar. Her alanda yeni bir açıklama getirme iddiasında olan hümanizm, insan ile ilgili görüşlerini bunlara temel olarak alıyordu. Kilise, Kitab-ı Mukaddes'in verdiği temel doğruların bir sonucu olarak, insanın ruhunda iki ayrı yön olduğunu bildiriyordu. İlki, İlahi yöndü ve tüm iyilikler buradan kaynak buluyordu. Diğeri ise, şeytani yöndü. İnsanın bütün hırslarının, bencilliklerinin, günahlarının kaynağı bu ikinci yöndü. Bu ikinci "şeytani" yönden kurtulmak ise, ancak dinin kurallarına uymakla, hatta çile ve sabırla mümkün olabilirdi. Hümanizm işte bu "iki yönlü ruh" kavramını reddetti ve insanın bir bütün olarak iyi, güzel ve doğru olduğunu savundu. Bu felsefeye göre, insanın ruhunda bir sorun olmadığı için, mümkün olduğunca özgür bırakılması gerekiyordu. İyiliklerle dolu olan insan ruhu serbest bırakıldıkça da en güzel ve en doğru yolu kendi kendine bulabilirdi! Oysa Hümanizmin ortaya attığı söz konusu "tek yönlü ruh" iddiası, insanlar için bir aldatmacaydı. Papa XIII. Leo, modern dünyanın içine düştüğü bu aldanışı, 1884 yılında yayınladığı "Humanum Genus" adlı ünlü fermanında özellikle vurguluyordu. Yeni hümanist kültürün ardında, masonluk adı altında toplanan din karşıtı güçleri gören Papa şöyle demişti: "Masonluğun kabul ettiği ve topluma empoze etmeye çalıştığı yegane ahlak, 'sivil' ya da 'bağımsız' ahlak dedikleri ve her türlü dini düşünceyi görmezlikten gelen bir ahlak çeşididir... Ancak insanın doğası fazilete olduğu kadar günaha ve kötülüğe de eğilimlidir. Bu nedenle de, dinin yol göstericiliği olmadan dürüst ve mutlu bir yaşam kurulamaz."

"Tek Yönlü Ruh" İnancının İflası Hümanizmin "tek yönlü ruh" inancı, daha sonra ortaya atılan bütün ideolojilerin ortak noktası oldu. Din karşıtı ve sözde modern olan bu ideolojiler, bazı toplumsal düzenlemelerle ideal bir toplum kurmanın mümkün olabileceğini öne sürdüler. Sosyalizm, mevcut "düzen" değiştiğinde insanların kolayca birbirlerini sömürmekten vazgeçeceklerini ve "sınıfsız toplum"un kurulacağını iddia etti. Liberalizm ise, insanların özgürleştirilmeleri (devlet ve toplum baskısından kurtarılmaları) halinde, ideal bir toplum oluşacağını öne sürdü. Oysa devletin ya da toplumun baskısının ortadan kaldırılması beklenen sonucu vermiyor, insanları mutlu etmeye yetmiyordu. O nedenle, liberalizmin verdiği özgürlüğe karşı, Eric Fromm'un "Özgürlükten Kaçış" adını verdiği tepki gelişti. Faşizm ve Nazizim, liberalizmin verdiği "özgürlük"ten yüz çeviren ve güçlü bir otoriteye itaat etme isteği duyan topluluklar tarafından iktidara getirildi. Bugün Batı toplumlarının içinde bulundukları toplumsal yapı, modern Batı felsefesi tarafından tarifi yapılan "özgürlük" kavramının, insanın kurtuluşunu sağlamadığını göstermektedir. Batının içine düştüğü derin belirsizlik ve güvensizlik ve giderek artan çarpık metafizik arayışlar hümanist felsefenin iflasının sonucudur. Çünkü kurtuluş (yani "felah") için gerekli olan özgürlük; modern Batı düşüncesinin dar düşünce kalıpları ile anlaşılamayacak kadar geniş bir anlam içermektedir.

Spinoza, sağlam bir yolda yürümektedir: Özgürlük, zorunluğun bilgisini gün yüzüne çıkarmaktadır. İnsan, özünü anlamadığı nedenlerin kölesidir. (Önderlik anlamak özgürlüktür diyor. )Bu nedenleri bilirse, bilgiyle davranır ve özgürleşir. İrade, akıldan başka bir şey değildir: Aklıda akıl eden bilgidir. Aklın dışında olarak düşünülen irade özgürlüğü boş bir kuruntudur. İnsan, kişisel yorgunluğunu azaltmak için uygarlığı istemiş, oysa uygarlık ondan daha büyük yorgunluklar isteyerek onu aldatmıştır. Başlangıçta doğal özgürlük, töre, eşitlik vardı. Mülkiyetin ortaya çıkması uygar toplumları doğurdu ve özgürlüğün, törenin, eşitliğin çöküntüsü başladı. Devlet baskısı bu çöküşün en yüksek noktasıdır. Bu konuda Zerzan ile aynı kanıyı taşımaktadır. Bunun sonu ya genel kölelik ya da ereksel bir düzenle baskının yok edilmesi olacaktır. Tanrı, en yüksek özdür. Din, bu yüksek varlığın bize verdiği dinsel duygudan ibarettir. Yeter ki tapınma biçimciliği, kurallar, din adamları gibi aracı ve yabancı güçler onu bozmasın. Her vatandaşa görevlerini sevdirecek bir uygarlık dini olmalıdır. Töre (ahlak) de, din gibi, Tanrısal bir duygudan meydana gelir. Bu duygu ben sevgisinin gelişmesi sonucu olan vicdan duygusudur. Vicdan, akıl yoluyla aydınlatılır ve insanları yönetir. İnsan iyidir ve yabancı bir şey onu değiştirmedikçe de iyi kalacaktır. İnsanın tek tutkusu ben sevgisidir ki onun da iyilik ya da kötülükle hiçbir ilgisi yoktur. İnsan, içinde bulunduğu koşullara göre iyi ya da kötü olur.

Toplumsal sözleşme Rousseau 5. maddesinde Varlıklılar, çıkarları gereği, birbirleriyle dayanışmak zorundaydılar. Buna karşı yoksullar da kendilerini korumak için barış ve düzen yasaları koymak zorunda kaldılar. Gerçekte hepsi kendi özgürlüklerini sağlamak kuruntusu içinde kendi zincirlerine koşuyorlardı. İçlerinden en akıllıları, özgürlüklerinin bir parçasını korumak için özgürlüklerinin öbür parçasını harcamak gerektiğini anladılar. Toplumsal sözleşme gereği devlet böylece doğmuş oldu.  Rousseau, ünlü Söylevini şu sözlerle bitirmektedir: Eşitsizlik, doğal değildir, gücünü insan aklının gelişmesinden almakta ve sonunda mülkiyet yasalarıyla gerçekleşmektedir.

Voltaire ise kendisine yapıtını gönderen Rousseau'ya şu karşılığı vermektedir: “Yapıtınızı aldım. Teşekkür ederim. İnsanlara ne olduklarını söyleyerek onları sevindiriyorsunuz ama düzeltmiyorsunuz. Bilgisizliğimiz ve güçsüzlüğümüz yüzünden bizi hoşnut eden toplumumuzun kusurları öyle güçlü sözlerle anlatılamaz. Bizi yeniden hayvan yapmak için kimse bu kadar kafa patlatmamıştır. Yapıtınızı okuyan, elinde olmadan, dört ayakla yürüme isteği duyuyor. Bu huyu bırakalı altmış yıldan çok olduğu için kendi payıma imkânsızlığını görüyor, bu doğal gidişi sizden ve benden çok hak edenlere bırakıyorum. Eğer gelişmeden ve bunun sonucu olan sanatlardan yakınması gereken biri varsa o da ben olmalıyım. Kötüye kullanıldığı halde sanatları sevmek gerektir, kötülükler bulunduğu halde toplumu sevmek gerektiği gibi...”

 

Devam Edecek.