EKOLOJİK KRİZ: Son elli yılda endüstriyalizmin yıkıcı etkileri sadece insan yaşamını değil bir bütün canlı yaşamını tehdit eder bir karakter kazandı. Ekolojik dengenin bozulması nedeniyle birçok canlı türü ortadan kalkarken, iklim değişimi nedeniyle buzulların erimesi, kuraklık, su taşkınları ile her gün yeni felaketler ortaya çıkmakta, milyonlarca insan, hayvanlar ve bitki örtüsü bundan etkilenmektedir.
Nefes alacak temiz hava, içme suları, sağlıklı gıda imkânları giderek azalmaktadır. Buna karşılık insan nüfusu giderek artmakta, kırsal alanlar tüketen devasa şehirler ekolojik krizi derinleştiren kar mantığı ile hastalıklı birer ur gibi büyümeye devam etmektedir. Son elli yılda dünyanın nüfusu iki kattan daha fazla arttı. 2050 yılında 11 milyara ulaşacağı tahmin ediliyor. Nüfus artışı kendi başına ekolojik krizin kaynağı olmamakla birlikte ekolojik krizde en belirleyici etkenlerden birini oluşturuyor. Kapitalist kar hırsı ve büyük nüfusların barınma ihtiyaçları betonlaşma, ormanlık alanların azalması ve şehirlerin enerji ihtiyacını karşılama amaçlı kullanılan ürünler ekolojik krizi derinleştirmektedir. Dünyanın akciğerleri olarak bilinen Amazon ormanlarının benzer biçimde Kürdistan ve Türkiye’deki ormanlık alanların imara açılması ya da yakılmasında olduğu gibi ormansızlaştırma bir devlet politikasına dönüştürülmüştür. Ekolojik krizin diğer önemli bir boyutu içme sularının tükenişidir. Su kıtlığının dünya nüfusunun %40’dan fazlasını etkilediği belirtilmektedir. Sanayileşme, fosil yakıtların kullanımı sonucunda ortaya çıkan küresel ısınma her bölgeyi farklı şekilde etkilemekte, mevsim döngüleri değişmektedir. Doğal enerji kaynaklarından ziyade petrol, kömür gibi ürünlerin ve nükleer santrallerle giderilmeye çalışılan enerji ihtiyacı giderek artarken iklim krizi buna bağlı olarak derinleşmektedir. İklim krizi her bölgeyi farklı etkilemekle birlikte sonuçları oldukça yıkıcı olmaktadır. Kutup bölgelerindeki buzulların erime hızı bu yıl iki katına çıkarken, deniz seviyesinin yükselmesine bağlı olarak önümüzdeki beş yıl içerisinde Avrupa’nın batısında daha çok fırtına görüleceği Güney Afrika ve Avustralya’da ise normalden çok daha kurak geçeceği öngörülmektedir. İklim değişikliği, kentleşme, artan nüfus, tarımsal kirlilik ve tarımda sanayileşmenin hedefleri doğrultusunda aşırı üretim ya da tüketim doğada biyolojik çeşitliliği olumsuz etkileyerek yaklaşık 1 milyon canlı türünü yok olma tehlikesiyle baş başa bıraktı. BM verilerine göre, bilinen her dört türden biri, gelecek 10 yıl içinde gezegenden silinme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Corona virüsü ile ekolojik krizin boyutları daha görünür hale gelirken, salgın hastalıkların çeşitleri, etki düzeyleri ve yol açtıkları ölüm oranları da giderek artmaktadır. Bu artışta nüfus artışı, şehir yaşamının sağlıksızlığı, iklim değişikliği, hala detayları bilinmeyen bazı teknolojik denemeler, yeni yerleşim yerleri açma planları sonucu daha önce temasta bulunulmayan hayvanların yaşam alanlarından gelen genlerin mutasyona uğramasına kadar birçok neden sayılabilir. İklim krizinin sonuçları tüm dünyayı etkilerken en yıkıcı etkisini ise kadınlar yaşamaktadır. 141 ülkede yapılan araştırmaya göre iklim değişikliği ve doğal felaketlerde kadın ölüm oranları daha fazladır. 1991 yılında Bangladeş’te yaşanan kasırgada yüzme bilmedikleri ve çocuklarını kurtarmaya çalıştıklarından dolayı yaşamlarını yitirenlerin yüzde 90’nın kadın olması buna verilecek çarpıcı bir örnek niteliğindedir. Hindistan ve Afrika’da kuraklık kadınların yaşamlarını erkeklerden daha fazla etkilemektedir. Suya ulaşmak için saatlerce yürümek zorunda kalan kadınlar birçok saldırı ile karşı karşıya kalabilmekte, iş yükleri ağırlaştığı, hijyen koşulları olmadığı için ciddi sağlık sorunları oluşmaktadır. İklim krizi yüzünden göç̧ etmek zorunda kalanların %80’ini kadınlar oluşturmaktadır. Kadınların doğal felaketlerde ölme olasılığının erkeklerden 14 kat daha fazla olduğu görülmüştür. 2004 yılındaki tsunami sonrasında Sri Lanka, Endonezya ve Hindistan'da hayatta kalan erkeklerin sayısı 1/3 oranında kadınlardan fazla olduğu ortaya koyuldu. Afetlerin yaşandığı bölgelerde kadınlara yönelik şiddet artmakta, taciz-tecavüz olayları artmaktadır. Borçlarından, yaşayacak ekonomik imkânları olmadığından ya da insan ticareti yapan mafyaların kurduğu şebekeler aracılığıyla afet yaşanmış bölgelerde kadın ve çocuk ticareti de artmaktadır. EKONOMİK KRİZ: Temel ekonomik faaliyetlerin tekelleştirilmesi, fiyatlarla oynayarak, devasa işsizler ordusuyla finans kapital tekeli ekonomik krizi derinleştirmektedir. Kapitalizmin gelişimine paralel biçimde sermayenin belirli yerlerde ve ellerde katlanarak büyümesine karşılık yoksulluk kitleselleşmekte, açlık ve işsizlik oranları artmaktadır. Dünyadaki en zengin 42 kişinin mal varlığı, dünya nüfusunun %50’sine tekabül eden 3,6 milyar insanla eşittir; en zengin 10 ülkenin geliri de en fakir 10 ülke gelirinin tam 77 katıdır. Yoksulluğun kadın yüzü ise 70’li yıllardan bu yana literatüre giren ‘yoksulların yoksulu kadın’ ya da ‘yoksulluğun kadınlaşması’ kavramları ile tanımlanmaktadır. Kadınlar dünyadaki toplam işgücünün 2/3’ü oluşturdukları, günlük çalışma süreleri bakımından erkeklerden %25 daha fazla çalıştıkları ve dünyadaki toplam gıdanın yarısını ürettikleri halde, gelirleri dünya gelirinin yalnızca %10’u kadardır. Dünyadaki yoksulların %70’ini kadınlar oluşturmaktadır. Dünyada 876 milyon insan okuma yazma bilmemekte ve bunun üçte ikisini kadınlar oluşturmaktadır. Kadınların yüksek gelir getiren işlerde çalışma imkânları daha azdır. Okul okumamış olmak ve aile, çocuk bakımı, toplumsal rollerin yarattığı kısıtlayıcılık kadar kadınların çalışması tercih edilen alanlar da bu karakterdedir. Tarım ve çiftçilikle geçinilen bölgelerde üretimin %60-80’nini kadınlar yapmasına rağmen tarım topraklarının %10’undan daha azı kadınlara aittir. Türkiye’deki tarım sektöründe de benzer bir tablo yaşanmaktadır. Büyük bölümü kadın emeğine dayanan tarım sektöründe çalışan kadınların %90’ı güvencesiz ve sigortasız çalışmaktadır. Kürdistan’dan gelip tarlalarda çalışan kadınların maruz kaldıkları ayrımcılık, şiddet, taciz olayları ve Önderliğimizin öfke ve hayıflanma ile dile getirdiği trafik kazaları sonucu traktör kasalarında ölmeleri ise kadın emeğinin sömürüsünün boyutlarını ortaya koyar. Yeni tarzda sömürgecilik biçimlerinin hedefinde üçüncü dünya ülkeleri ve kadın emeği bulunmaktadır. Kadınların çalışma alanlarının büyük bölümünün gelir seviyesinin düşük olduğu, güvencesiz çalışıldığı ortaya çıkmaktadır. Asya ülkelerinde kadınların çalışma hayatına katılımı konusundaki göstergeler bu tabloyu görünür kılmaktadır. Küresel Cinsiyet Uçurumu Raporunda son 10 yıldır sürekli gerileyen Çin’de kadınların iş gücüne katılım oranı yaklaşık %69 olmakla birlikte kıdemli ve yönetici pozisyonların yalnızca yüzde 17’sinde yer bulabiliyorlar. Teknik ve mesleki işçilerin yüzde 52’si kadınlardan oluşmasına rağmen özellikle vasıflı çalışan aranan iş ilanlarının çoğunda “sadece erkekler” ya da “tercihen erkekler” ibaresi kullanılmaktadır. Hindistan’da aynı işi yapmalarına rağmen kadınlar erkeklerin %65’i kadar ücret alabiliyor. Esnek çalışma adı altında geleneksel rollerini sürdürmelerini garantileyecek tarzda işlerde istihdam edilmektedirler. Kadınların ekonomiye katılım biçimlerinin evdeki işlerin devamı olan hizmetçilik, temizlikçilik, el işi, dikiş atölyeleri, hasta ve çocuk bakımı, eğlence sektörü, ticaret alanında reklam ve pazarlama malzemesi olarak kullanılması emek sömürüsünün yeni biçimleridir. Konfeksiyon sektörü Bangladeş, Hindistan, Pakistan, Vietnam, Güney Kore, Mısır, Ürdün, Fas ve Türkiye’de her yıl milyonlarca dolar kar elde ederken büyük bölümünü kadınların oluşturduğu işçiler ise insanlık dışı koşullarda çalışmaktalar. Uzun çalışma saatleri, sağlıksız ve temiz olmayan çalışma mekânları, taciz ve tecavüz oranlarının yüksekliği, sigortasız ve ucuza çalıştırma bu sektörde çalışmak zorunda kalan kadınların ruhsal ve fiziksel sağlığını olumsuz etkilemektedir. Türkiye’de resmi rakamlara göre bu sektörde yaklaşık iki milyon kişi çalışmakta ve bunun yarısından fazlasını kadınlar oluşturmaktadır. Büyük oranda Kürdistan’dan göç edenlerin ve çoğunlukla da çok genç yaştaki kadınların istihdam edildiği bu alanlar asimilasyon ve yozlaşmada özel savaş alanı gibi değerlendirilmektedir. Suriye’den gelen mülteci kadınlar ise daha kötü koşullarda ve daha az para ile çalışmak zorundadırlar. Yani daha çok kadınların yer aldığı geçimlik, kullanıma dayalı ekonominin yerine pazara ve değişim değerine, finans sektörüne dayalı ekonomik sistemden en büyük zararı kadınlar görmektedir. Devam Edecek.


