Toplumsal Cinsiyeti Oluşturma
Toplumsal cinsiyet, bir kız ya da erkek olarak davranmayı öğrenmekten daha fazla bir şeydir. Toplumsal cinsiyet farklılıkları her gün, her anda yaşadığımız bir şeydir. Toplumsal cinsiyet sadece var olan bir şey değildir; hepimiz başkalarıyla olan toplumsal etkileşimlerimizde ‘toplumsal cinsiyeti oluşturmaktayız.
Toplumsal cinsiyetin sürekli olarak öğrenildiği ve yeniden öğrenildiği olgusu, toplumsal yeniden üretim kavramının önemini göstermektedir. Bizler bir gün boyunca, binlerce önemsiz eylemde cinsiyeti toplumsal olarak yeniden üretiriz, oluştururuz ve yeniden oluştururuz. Bu aynı süreç toplumsal cinsiyeti, başkalarıyla olan etkileşimlerimizde yaratılan ve yeniden yaratılan bir toplumsal kurum olarak anlamamıza yardımcı olur. Toplumsal cinsiyet verili değildir. Toplumsal cinsiyet hepimizin gündelik eylemlerimizde ‘gece-gündüz’ oluşturmak zorunda olduğumuz bir şeydir. Cinsiyet kimliği kadınlık ya da erkekliğe ilişkin davranışın psikolojik yönüdür, sosyal bir olgudur ve kazanılması da kişinin hayatında belirgin rolü olan kişilerin etkisi önem taşır. Cinsiyet rolü toplumda cinslere atfedilen roller, toplumsal cinsiyet kavramının bir parçasıdır. Kişinin toplumda kendisini erkek veya kadın konumunda göstermek için yaptığı ve söylediği şeylerin tümü olarak tanımlanabilir. Erkek cinsiyeti ile kadın cinsiyeti arasında toplumsal yaşama katılma düzeyi açısından farklılıklar oluşur. Sayısal bakımdan eşit olmakla beraber iki cinsin toplumsal alanda temsiliyeti farklılaşır. Kadın cinsiyeti daha çok ev gibi özel alanda kalırken erkek cinsiyeti dışarıda her türlü kamusal alanda kendini ifade eder. Çalışma yaşamından, siyasete, sivil toplum örgütlenmesinden eğitime kadar her türlü kamusal alanda iki cins temelindeki bu görünüm toplumsal cinsiyet eşitsizliğini oluşturur. Ekonomi Toplumsal cinsiyet ayrımları hem kadınların hem de erkeklerin yaşamını şekillendirir ve sonuçta bu çeşitlilik sadece farklılıktan daha fazla anlam taşır. Öyle ki kadın kategorisinde olma erkek kategorisinde olmaya göre, kadınların kaynaklara daha az ulaşmamsını ve elde etmesini haklı gösterir. Bu eşitsizlik en belirgin olarak gelir ve servet dağılımında kendini gösterir. Bugün dünyadaki yoksulların % 70’ini kadınlar oluşturmaktadır. Çalışma yaşamında kadınların eşit olmayan durumunu ve ev içindeki düşük statülerini yansıtan bir göstergedir. Birçok kadın çalışma imkânı bulamazken, çalışan kadınlar ise ancak erkek kazancının ortalama ¾’ü kadar ücret kazanmaktadır. Eğitim Toplumsal cinsiyetle çok yakından ilgili olarak kadınını yaşamına ‘kadın olmaya’ kültürel yönden daha az değer verilmesi söz konusudur ki, bu da kadın sağlığını olumsuz etkiler. Ailenin ve toplum tarafından kadınlara ve kız çocuklarına verilen düşük değer, global istatistiklerdi okur-yazarlık durumunda belirgin olarak kendini gösterir. Geçen yirmi yılda önemli adımlar olsa da ilkokula başlamayan yüz otuz milyon çocuğun 3/2’sini kızlar oluşturmaktadır. Ayrıca halen bir erkeğe karşı iki kadın okuma-yazma bilmemektedir. Toplumsal değer yargıları kız çocuğun eğitimini gereksiz görmektedir. Cinsiyetçi okulun eğitim sistemi: Çocuklar okullarda erkek egemen ideoloji içersinde eğitilir. Var olan eğitim politikası, ders programları, rehberlik ve yönetmelikler ve çoğu zaman eğitimcilerin bizzat kendisi öğrencilere cins ayrımcılığının ‘doğallığını’ sunar. Ders kitapların, ilkokul bir de anne ve babanın görevleri şöyle anlatılır. “annem evimizin temizlik ve düzenini sağlar, yemeğimizi yapar, çamaşırlarımızı yıkar, bizi pırıl pırıl giydirir. Babam ticaretle uğraşır, kazandığı paralara ailemizin ihtiyaçlarını giderir.” Eğitimcilerin gösterdiği cins ayrımcı tutum ve davranışlara da rastlanılmaktadır. Kız ve erkek öğrencilerin kılık kıyafetleri ile kız ve erkek öğrenci arasındaki ilişkiler, sınıf içi ve okul dışı davranışları, oturma düzeni denetlenerek cinsiyetçi rol ayrımı pekiştirilir. Okullarda yöneticiler genelde erkektir. Kadın yöneticiler çok enderdir. Sağlık Sağlık ve hastalığın sosyal boyutlarını anlamaya yönelik araştırmalar cinsiyet rollerinin hem ev içinde hem de ev dışında günlük yaşamdaki etkilerinin sistematik olarak analizinin içermelidir. Örneğin; ev içinde rollere bakıldığında ağır ev işlerinin fiziksel sağlığa etkileri yeterli bir şekilde açıklanamamıştır. Bu özellikle fiziksel yük olma ihtimalinin daha fazla olduğu kırsal alanlarda önem kazanmaktadır. Ayrıca iş sağlığı ve güvenliği yasası olan ülkelerde her iki cinsiyet için uygun görülmeyen yükleri taşımak çoğunlukla yine kadına düşmektedir. Örneğin; ev içi temizlik malzemeleri kullanımında bilgi eksikliğine bağlı kimyasal maddelere maruz kalma riski, mutfakta su, yiyecek hazırlama ve saklama, kadınları artan iş yükü, kesilmeler, yanıklar, düşmeler, ev içi hava kirliliğinden kaynaklanan problemler çoktur. Yine bütünüyle ev içi hava kirliliği bebeklerde ve beş yaş altı çocuklarda akut solunum yolu enfeksiyonlarına yol açan bir faktördür. Fakir ülkelerde kadınlarda görülen kronik solunum rahatsızlıkları ve kalp hastalıklarından da sorumludur. Diğer yandan ev yaşamının getirdiği zorlanmadan ve ağır sorumluluktan kaynaklı gönümüzde birçok kadında depresyon görülmektedir. Yaşamdaki boşluk, rutinlik, karamsarlık ve ruhsal dengesizlikleri de yaratmaktadır. Ev işlerine duyulan değersizlik de bunda etkendir. Yine ekonomik ve sosyal destek eksikliği birçok kadını yalnızlaşmasına neden olmaktadır. Kadınların ruhsal olarak negatif duyguları bastırması sürekli pozitif duyguları göstermesinin istenmesi ya da beklenmesi nedeniyle kadının kendi ruhsal dünyasıyla barışık olmamasını, duygularını inkâr etmesi nedeniyle benlik yitimine yol açmaktadır. Kadın ev içi işlerde aşırı derecede sömürülmekte, hatta köleleştirilmektedir. Siyaset Ev içine hapsolmuş kadının siyasetteki yeri yok denecek kadar azdır. Erkek yaşamın tüm kamusal alanında yerini alırken, kadın bundan mahrum bırakılmıştır. Kadınlar siyaset içersinde kendi rengiyle yer almamaktadır. Parlamentoda % 14,2, kabinede bakan olarak sadece % 6 koltuğa sahiptirler. Bu nedenle otorite ve güçte toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin görülmesi, fark edilmesi ve çözümü için stratejilerin oluşturulması ve uygulanması gerekmektedir. Kadının siyasete katılışı ya erkek egemenlikli sınıf ve toplum gerçeğinin perde arkası bir savunucusu ya da tamamen erkek karakterli bir siyaset yürütücüsü olarak gerçekleşmiştir. Kadının siyasetten uzaklaştırılması iktidar ve toplumsal mücadelelerin araç ve olanaklarından uzaklaştırılması olarak, gerçekte yaşamın yaratılmasının, dönüştürülmesinin en önemli zemininden uzaklaştırılmasıdır. Siyasetin, kadın ve ezilenler üzerinde en geniş ve sistemli baskıları geliştirmenin aracı olarak kurumlaştırılması bu dışlanmanın ötesinde en ağır, adaletsiz, eşitsiz, iradesiz bir yaşama tabi kılınmayı beraberinde getirmiştir. Kültür Kültür en geniş anlamışla, zekâyla değiştirilen doğadır ve toplumsallaşmanın zorunlu ürünü olan dil, yaşam tarzı, anlayışı ve ilişkileri ile el-dil-düşünce diyalektiğine bağlı olarak gerçekleşir. Her insan topluluğunun etnik oluşumun, cinslerin kendi eksenlerinde yoğunlaştıkları ve onların aidiyetlerini, kimlik tanımlarını veren kültürel değerler var. Bunlar, farklılıkların özgünlükleriyle, insanlığın zenginliklerinin ifadesidir. Beş bin yıllık erkek egemenlikli toplum gerçeği tarafından kadının neolitik dönemde yarattığı çok yönlü ve yaşamın maddi, düşünsel, duygusal üretimine dair tüm kültür değerlerinin inkâr edilmesi, çalınması ezilen sınıf ve halklar karşısında yapılanları çok aşmıştır. Kadın etrafında ve onun ekseninde gelişen toplum tarafından geliştirilen tüm değerleri erkeğin kendisine mal etmesi kadını kimliksiz, mirassız ve dolayısıyla tarihsiz bırakmıştır. Ana-tanrıça kültürü yok edilmek, bastırılmak istenmektedir. Erkek egemen kültür kadının duyguların, düşüncelerini, fiziğini köleleştirmiştir. Kadının yaşam biçimi, davranışları, ses düzeni, giyimi, çocuk büyütme tarzı erkek egemen sisteme hizmet eder tarzdadır. Kadın, erkeğin şiddet, baskı, iktidar ve savaş kültüründen en çok zarar gören konumdadır. Erkek egemen kültürü günümüzde birçok kadın içselleştirerek durumuna, kaderine razı konumuna kadar indirgenmiştir. Kadında kölelik kültürü sistemli ve planlı olarak geliştirilmektedir. Medya Medya, dünyada en önemli dördüncü güç olarak tanımlanmaktadır. Toplumsal cinsiyetçiliğin en yoğun işlendiği, erkek ve kadında içselleştirilmesi için çalışmaların yürütüldüğü alan medya alanıdır. Medya: Sürekli olarak kadının kullanılan bir nesne, meta, obje olduğunu vurgulamaktadır. Erkek egemenlikli toplumda kadının yerinin ve statüsünün neresi olduğunu hatırlatan programlarla erkek ideolojisi pekiştirilmektedir. Reklamlardan TV dizilerine, haberler ve gazete sayfalarına kadar kadının ‘yeri’ bizlere bir kez daha anlatılmaktadır. Reklamlar: Kadın ve meta araçlarını özdeşleştirmektedir. Kadın ve çocuklar metanın birer parçaları gibi sunulmaktadır. TV Dizileri: Kadının aile içindeki konumu olumlanarak verilmektedir ya da kadın hep kurtarılmayı bekleyen, sahte aşk edebiyatlarıyla sürekli kandırılan, ihanette uğrayan ya da kendini aldatan konumdadır. Aile kurumun üstünlüğü, kutsallığı hep işlenir. Haberler: Kadına dair haberler yok denecek kadar azdır. Ya da beşinci, altıncı gündemdedir. Şiddete, tecavüze maruz kalan kadınlar popülistleştirilerek anlamsızlaştırılır. Programlar: Televolede, magazin programlarında ve gazetelerin son sayfalarında kadının sadece cinsel bir obje olduğu sürekli işlenir. Kadın ve erkekleri sürekli etkileyen, biçimlendiren kitle iletişim araçları egemen sınıfın, sistemin kendini devam ettirmesinde önemlidir. Ev teknolojisinin gelişmesi ile çeşitli tüketim mallarının üretilmesi pazarlamanın kadına dönük olmasına neden oldu. Bulaşık, çamaşır makinesi, moda, kozmetik gibi alanlarda kapitalist yaratımcılar devasa boyutlarda kâr yapmaktadır. Kadınlara dönük bu ürünlerin satılışında da kadınlar kullanılmaktadır. Diğer yandan kadını eve, dört duvar arasına kapatmayı hedefleyen yayın politikalarını oluşturan basın iyi, namuslu anne ve eş kimliğini ön plana çıkartmaya çalışmaktadır. Kısacası medya, toplumsal cinsiyetçiliğin en çok kullanılarak sistemi ayakta tutma tarzında kullanılmaktadır. Kadına Karşı Şiddet Şiddet, fiziksel ve ruhsal olabilir. Farklı mekânlarda, evde, okulda, sokakta, her yerde kadınlar ve çocuklar şiddete maruz kalmaktadır. Toplumsal cinsiyete dayanan bu korkunç şiddet hareketi doğumdan ölüme kadar devam etmektedir. Kadına yönelik şiddet; yeni doğan kız çocuğunun öldürülmesi, cinsel istismar, okulda ve iş yerinde cinsel taciz, insan ticareti, zorla fuhuş yaptırılması, ev içi şiddet, dayak ve evlilik içi tecavüz vb. biçiminde sürdürülmektedir. Kadına ve kız çocuklarına yönelik şiddet, sınıfına, ahlâki değerlerine, kültürüne ya da ülkeye bakılmaksızın toplumun her kesiminde görülmektedir. Kadına karşı şiddet bir insan hakkı ihlalidir. Kadına yönelik şiddet denildiğinde daha çok fiziksel şiddet anlaşılmaktadır, ama fiziksel şiddete önem vermenin önemi bir tarafa, toplumun kadına yönelik şiddet denildiğinde temel insan hakları ihlali olduğunu ve kadınların istekleri dışında gerçekleşen her türlü eylemin ve onları baskı altında tutan her türlü tavır ve davranışın şiddet olduğunu anlamasını sağlamamız gerekmektedir. Toplum içersinde namus, kadın, kadın bedeni, cinselliği ve kadınların kontrol edilmesi biçiminde ele alınmaktadır. Namus, bir erkeğin karısı, kadını yani helalidir, kız kardeşidir, annesidir, ailedeki diğer, yani gözetim altındaki kadınlardır. Bu açıdan kadının toplumsal baskı altına alınması haklı ve meşru görülür. Namus; kadınların gündelik yaşam pratikleri, eğitim görme, çalışma, evlenme, sadakat, istediği kişi ile evlenebilme, sevdiğine kaçma, boşanma konuları üzerinden yürütülen bir söylem içinde dile getirilmektedir. Dine göre ise namus, Müslüman ailenin normlarıdır. Kadınların davranışları toplumca kontrol edilir, baskı altına alınır. ‘Namus’ adı ile işlenen cinayetler, insan canının alınması boyutuna vardırılmış şiddet anlayışıdır. Kişilerin toplumsal cinsiyeti, yaşı, yaşamını geçirdiği yerleşim yeri, eğitimi, aşiret ve akrabalık ilişkileri güçlü, ait oldukları aile ve topluluğun yaşamlarında öncellikli bir yere sahip olduğu gözlenen kişilerde namusun, insanların uğuruna öldürülebileceği çok büyük bir şey, yaşamın anlamı ve amacı olarak tanımlandığı görülmüştür. Bugün yapılan araştırmalarda namus cinayetlerinin nedenlerinin farklılıklar gösterdiği görülmektedir. Olayları, ekonomik ve sosyal koşulların ve geri kalmışlığın yol açtığı yoksunluklara veya ailelerin çocuklarını yetiştirme biçimine bağlayanlar; olayların ataerkil ilişkilere dayandığını, erkeklerin kadınlar üzerinde denetim kurmasının bir sonucu olduğunu söyleyenler vardır. Medyanın kışkırtıcılığı, ekonomik-sosyal koşullar, toplumsal baskı vs. gözetilmemektedir.
Devam Edecek...


