Geçmiş, şimdi ve gelecek sürekli birbirini aydınlatır ve tarih bilinci olanlar, bugünü anlayabilir ve yarını öngörebilirler. Tarihsel akışa yön verebilme onun kavranmasıyla gerçekleşir.
Bu yüzyılın gidişatına kadınların yön verebileceği, vermesi gerektiği ‘21. yüzyıl kadın yüzyılıdır’ tespitinde anlam bulur. Bilgi-bilim çağı, kapitalizmin küreselleştiği finans kapital çağı, kapitalizmin devrevi ya da yapısal kriz dönemi olarak tanımlanan bir çağın kadın yüzyılı olduğunun göstergeleri nelerdir? Bu soruyu cevaplayabilmek için öncelikle bu yüzyılın krizlerinin olduğu kadar alternatiflerinin kaynağındaki toplumsal tarihinin aydınlatılması gerekir. Önderliğimiz toplumun oluşum tarzıyla bağlantılı esasta üç toplumsal formun yaşandığını, diğer sıfatların toplumu izah etmede sınırlı kaldığını belirtir. Bunlar; ahlaki politik toplum, devletli toplum ve bu iki toplumsal yapının çelişkisini ifade eden demokratik toplumdur. Bu toplumsal formlar aşama aşama kat ettiğimiz bir yol, geçtiğimiz duraklar gibi ilerlemez. Yan yana akan, suları birbirine karışmayan ve farklı renklerdeki iki nehir gibi kesintisiz akış halindeki devletli kapitalist uygarlık ve demokratik uygarlık geleneği olarak seyreder. İçinde bulunduğumuz çağı anlamak demokratik uygarlık ve devletli uygarlık nehirlerinin hangi yönlere saptıkları, hangi kollardan beslendikleri, hangi mekanlarda akmakta, nerede kurumaya yüz tuttukları, akışlarının önündeki engelleri kavramakla ilgilidir. Üç toplumsal forma dayalı tanımdan hareket ettiğimizde ahlaki-politik toplumsallaşmanın en kurumlaşmış halinin kadın devrimi olarak adlandırdığımız neolitik dönemde yaşandığını görürüz. Kadın doğasının toplumsal forma nüfuz ettiği bir kadın zamanı, kadın uygarlığı sürecidir. Devletli toplum ise bir erkek karşı devrimi ile kadın değerlerinin çalınması, asimile edilmesi temelinde şekillenir. Siyaseti iktidar ve şiddetle, savunmayı militarizmle, doğayla ilişkiyi onu denetime almayla, ekonomiyi talan ve birikimle özdeşleştiren, etik-estetik değerleri iktidar ilişkileri ile dönüştüren bir karşı devrimdir. Bu iki toplumsal yapının gerilimi demokratik uygarlık olarak anlam bulur. Demokratik uygarlık geleneğini kadın etrafında şekillenen yaşam biçiminin ve değerlerin devletli erkek egemenliğine direnişi olarak tanımlanmak yerindedir. Kadınların sistem karşıtı mücadele ve düşüncelerde, demokratik uygarlık güçleri içindeki stratejik önemi bu gerçeklikte yatar ya da başka bir ifadeyle kadın özgürlüğünün toplumsal özgürlüğü belirlemesi bu tarihsel gerçekliğe dayanır. Bugün derin bir yapısal kriz içinde olduğunu söylediğimiz kapitalizmi, erkek egemenliğine dayalı gelişen 5000 yıllık bir sistem olarak çözümlediğimizde bu çağda karşı karşıya kaldığımız kadın kırımı daha anlaşılır hale gelir. Sürekli yeni erkek egemenlikleri ve kadın kölelikleri yaratmadan, bu sistemin kendini sürdürmesi mümkün değildir. Devlet ve uygarlığı yaratan erkek karşı devrimiyle kadına karşı ilk cinsel kırılma kadın bedeni ve emeğinin sömürü süreci başlatılmıştır. Tek tanrılı dinlerle ikinci cinsel kırılma yaratılarak devlet ve erkek egemenliğinin ittifakı kutsanıp ve kurumlaştırılırken kadın köleliği daha da derinleşmiştir. Kapitalizm bu iki cinsel kırılmayı derinleştirerek kadın bedeni ve emeği üzerindeki en büyük sömürü sistemini kurar. Bu nedenle devletli uygarlığın ve onun devamı olan kapitalizmin her yeni hamlesine kadınlara yönelen bir saldırı dalgası ve kadın kırımı eşlik etmiştir. Kapitalizmin Avrupa’da çıkış yapmasının ilk adımlarından birinin cadı avları adı altında kadın katliamı olması gibi 21. yüzyılda derinleşen yapısal bunalımının en ağır bedelleri kadınlara ödetilmekte ve kadın kırımı yapılmaktadır. Finans Kapital’in Yapısal Bunalımı ve Kadın Kırımı İlk oluşum döneminde sömürgecilik, daha sonra emperyalizm ve günümüzde küreselleşme ile sınırsız iktidar ve sermaye birikimine dayanan kapitalist modernitenin 21. yüzyıla taşırdığı bilanço oldukça ağırdır. 1970’lerde başlayan sistemin yapısal bunalımı giderek derinleşmektedir. Kapitalizmin gelişim aşamaları kanser hastalığının yayılmasına benzer biçimde doğa, kadın ve şimdi de toplum kırım olarak tanımladığımız yıkımlarla genişler. Kanserli hücrelerin çoğalma biçiminin sürekli canlı-sağlıklı dokuya saldırmasına benzer biçimde, kapitalizm de endüstriyalizm canavarı ile talan edeceği doğa, erkek egemenliği ile bedeni ve emeği sömürülecek kadınlar, ulus devlet ve iktidar araçları ile komünal bağları tahrip edilecek topluluklar üzerinden yayılır. Kapitalizmin geliştiği her alan bu açıdan hem krizin hem de direnişin alanı haline gelir. Ulus-devlet ve iktidarın yarattığı krizler Üçüncü Dünya Savaşı ile giriş yaptığımız bu yüzyılda ulus devletlerin sürdürülemezliği krizin derinleştiği temel alanlardan birini oluşturur. 20. yüzyılda ulus-devletlerin sayısı 3 kat arttı. Fakat ulusların sorunları çözülmediği gibi çizilen sınırlar yeni çatışma ve savaşları beraberinde getirdi. Milliyetçilik ve dincilik ideolojileri ile etnik, dini, kültürel gruplar homojen ulus yaratmaya dayalı projelerin kurbanları haline getirildiler. 21. yüzyılda militarizmin yükselişi her geçen yılda askeri harcamalara ayrılan bütçeden de anlaşılmaktadır. 2019’da askeri harcamalara ayrılan bütçe dünya genelinde toplam 1,917 trilyon dolardır. Ülkelerin silah harcamalarına ayırdıkları bütçeye göre sıralamalarında ilk sırada ABD, daha sonra sırasıyla Çin, Hindistan, Rusya, Suudi Arabistan, Fransa, Almanya, Japonya, Güney Kore ve TC devleti de son on yılda silahlanmaya ayırdığı bütçeyi iki katına çıkartarak on beşinci sıraya yükselmiştir. Soğuk savaşın sona erdiği söylenmesine rağmen silahlanmaya ayrılan bütçenin sürekli biçimde artması da 21. yüzyıl savaşlarının yaygınlığı ve militarizmin yükselişinin göstergeleridir. 20. yüzyılda çıkan savaşlarda 136,5 milyon ila 148 milyon arası değişen sayıda insanın öldüğü belirtilmektedir.
- yüzyılda egemen ulusların kendi içindeki etnik temizlik, soykırım, asimilasyon ve demografik değişim temelinde başlattıkları kırımlarla, ulus-devletin esas karakterinin faşizm olduğu ortaya çıkmış oldu. Dünya üzerindeki tüm ulus-devletler hem kendi toplumları içinde hem de farklı uluslarla sürekli sorunlar üreten bir durumdadır. Kapitalizmin yayılma biçimi doğayı talan etmek, kadınları baskı altına almak, direnen kültürel toplulukları bastırmak, emekçileri sömürmek için sürekli faşizan rejimlere ihtiyaç duymaktadır. Küresel sermayenin yayılımını kolaylaştırmak ve yarattıkları toplumsal krizler nedeniyle aşılacağı ya da demokratikleşeceği düşünülürken tüm dünyada faşizan rejimlerin yeniden iktidar olmasının bir nedeni de budur.
Erkek egemenliğinin en kurumlaşmış ifadesi olan faşizm düşman olarak tanımladığı halkları karılaştırırken, hem ezilen halklar hem de egemen ulusun kadınlarının bedeni ve emeği üzerinde daha özel sömürgecilik biçimlerini geliştirir. Direnen topluluklara dönük uygulamalar soykırım, asimilasyonla nüfuslarının azaltılması, fuhuş-uyuşturucu, sanal yaşamlar, ajanlaştırmayla yozlaşma, işsizlik ve yoksullukla teslim alınmadır. Egemen ulusun nüfusunu arttırma temelinde kürtaj yasakları, ataerkil ailenin korunması için erkeğin kadın üzerindeki egemenliğini güçlendirme, çok çocuk doğurmayı teşvik etmek faşizan rejimlerin ortaklaştığı politikalardır. Bu açıdan ulus-devletleri aynı zamanda kadın kırım rejimleri olarak tanımlayabiliriz. Ulus-devletlerden kaynaklanan savaşlarda bu gerçeklik daha vahşi bir görünüm kazanır. Toprak işgali ile kadın bedenlerinin işgalini özdeşleştiren ordu, polis ve paramiliter çeteler kadınlara dönük tecavüz, kaçırma, şiddet, köleleştirme ve öldürme saldırılarını savaşın bir parçası olarak planlı bir biçimde ve sistematik olarak gerçekleştirirler. Tarihte de çokça örneğine rastlanan bu uygulamalar ulus-devletlerden kaynaklı savaş ve militarizmin artışı ile orantılı biçimde daha yaygın hale geldi. 17. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar sömürgeci ve emperyalist güçler Afrika, Avustralya, Ortadoğu ve İndo-Amerikalı kadınları sistematik taciz, tecavüz, köleleştirme, kısırlaştırma ya da zorla çocuk doğurmalarını dayatarak kırımdan geçirdiler. Birinci Dünya Savaşı sürecinde Türk devleti Ermeni, Asuri, Süryani ve Kürt kadınlarına dönük benzer uygulamalar yaptı. Dersim katliamı bu açıdan Kürt Alevilerin katledilmesi olduğu kadar bir kadın katliamı olarak tarihe geçti. İkinci Dünya Savaşı’nda Naziler Yahudi kadınlara, Berlin’e giren Rus askerleri Alman kadınlarına, 70’li yıllarda Pakistan ordusu Bangladeşli kadınlara ve Amerikan ordusu Vietnam’daki savaşta benzer biçimde tecavüz kampları kurarak kadın kırımlarını sürdürdüler. 90’lı yıllarda Sırplar Bosnalı on binlerce kadına, Irak’ta Saddam rejimi Enfallerle Kürt ve Şii kadınlara tecavüz edilmesi, kaçırılmasıyla bu kırımı sürdürdüler. Ruanda, Liberya, Sierra Leone’deki iç savaşlarda yüzbinlerce kadın savaşan tarafların sistematik tecavüz ve kadın katliamına uğradı. Yakın tarihte DAİŞ’in Şengal, Irak ve Suriye’de, Boko Haram’ın Afrika’daki saldırılarında aynı yöntemlerle kadın kırımları gerçekleştirildi. Kuzey Suriye’ye saldıran Türk devleti ve ona bağlı çeteler Afrin’de ve işgal ettikleri bölgelerde bu uygulamaları sürdürmektedirler.
- yüzyılda insan hakları, savaş hukuku gibi kavramların tümden devre dışı kaldığı, devletlerin birbirine savaş ilan etmelerine gerek kalmadan savaş teknolojisinin ve yapay zeka adı verilen insansız hava araçlarının, paramiliter çete ordularının, ekonomik krizlerin kullanıldığı yeni tip savaş ve sömürgecilik biçimleri geliştirilmektedir. Demografik değişim bu savaşlarda belirleyici bir rolün sahibidir. Binlerce yıldır yaşadıkları topraklarından edilen halkların yerine yerleştirilen farklı halklar yüzyıllara yayılacak yeni savaş ve çatışma zeminlerinin hazırlanmasını sağlar. Yerlerinden edilen mülteciler çok yönlü bir araç olarak sömürgeci ülkeler ve emperyalistlerce kullanılırlar. Resmi rakamlara göre dünyada 210 milyon insan mülteci kamplarında ya da mülteci olarak yaşamını sürdürmekte, bu rakam her geçen gün yükselmektedir. Mülteciler ucuz iş gücü, organ mafyalarının dadandığı zemin, fuhuş sektöründe çalıştırılacak kadın ve çocukların derlendiği bir potansiyel olarak işlev görürler. Kendi topraklarından ve toplumundan koparıldıklarından etnik, dini, kültürel kimlikleri asimilasyona uğrar. Göç yollarında bilinçli yöntemlerle katledilirler. Gittikleri ülkelerde vatandaşlar ve mülteciler biçimindeki ayrım derinleştirilerek, mültecilerin vatandaşlık hakkı alabilmesinin koşulları ağırlaştırılarak işsizliğin ve suçun kaynağı olarak gösterilirler. Bu nedenle milliyetçi, ırkçı, cinsiyetçi saldırıların hedefi olurlar. Suriye’deki savaştan kaçan göçmenlerin TC devleti tarafından kullanılma biçimi bunun en bariz örneklerinden biridir. Yapılan araştırmalara göre Suriyeli mültecilerin gittikleri ülkelerde çocuk yaşta evlilik oranı kadınlarda %51,3 oranındadır. Bu kadınların büyük bölümü evliliğin temel insani ihtiyaçları karşılamak amacıyla yapmakta. Bu nedenle ikinci ve üçüncü eş olmayı da kabul etmek durumunda kalmaktadırlar. Dünyanın birçok yerinde mülteci kadınların kimlik ve vatandaşlık elde edebilmede evliliği zorunlu bir yol olarak gördükleri ortaya çıkmıştır. İnsan hakları derneklerinin araştırmalarına göre kamplardaki kadınlar herhangi bir yere gittiklerinde taciz ve tecavüze uğrama riski taşımakta, kadınların %60’tan fazlası kendilerini güvende hissetmediklerini belirtmektedirler.
Bu aynı zamanda milliyetçiliğin, dinciliğin ve cinsiyetçiliğin beslendiği bir kaynak işlevi görmektedir. Çete örgütlemelerinin geliştirdiği terör eylemlerinin yarattığı korkuya dayalı olarak ulus devletler sınırlardaki sıkı önlemleri, güvenlik adı altında kendi vatandaşlarına dönük antidemokratik uygulamaları ve olağanüstü halleri meşrulaştırırlar. Yükseltilen milliyetçiliğin sonucunda birçok ülkede sağ iktidarların işbaşına gelmesinde mültecilerin durumu tehdit aracı olarak kullanılmaktadır. Devam Edecek...


