Toplumsal Cinsiyetçiliğin Kısa Tarihi 1- Birinci Cinsel Kırılma (Mitolojik Dönem Kırılması) Tanrıçalar Çağı (Anaerkil dönem): Kadınlar arası işbirliği, kadın çocuk ilişkisi=Toplumsallaşma. Toplumsal değerler kadın kimliğiyle tanımlanmaktadır. Animizim, kendini doğanın bir parçası gibi görme vardır. Bir anlamda ekolojik bakış açısı var diyebiliriz.

Canlı doğa anlayışı çok güçlüdür. Meyve veren, ürün veren canlıları kutsama, hayvanları evcilleştirme vb. vardır. Doğadan, toplumdan kopmayan duygusal zekâ çok güçlüdür. Tanrıçalar çağında demokratik toplum anlayışı, eşitlik, özgürlük, paylaşım, gönüllü katılım, yaratıcılık temelinde gelişmektedir. Birey, doğal toplum kimliğiyle kendini tanımlamaktadır. Üretime, yaşama katıldıkça, toplumun bir tamamlayanı olabilmektedir. İş bölümü herkesin gücüne ve yaşına göre olmaktadır. Anaerkil toplum, hukukun ilk nüvelerine sahip bir toplumdur. Analık hukuku, toplumsal ilişkiler, cinsler arası ilişkiler, komünal hukuk anlayışı vardır. Sanat ve zanaatçılık bu dönemde ihtiyaçlar temelinde açığa çıkmaktadır. Bitkileri renklendirme, eşyaya biçim verme (çanak-çömlek vb.), heykeller, takılar gibi. İlk dilin gelişimi yine bu süreçte açığa çıkmaktadır. Dilin kıvraklığı, doğayla etkileşim, sürekli var olana anlam yükleme, kendi öz dilinin gelişimini de beraberinde getirmektedir. Toprağın, suyun, doğanın dilini öğrenme, vücut diliyle konuşma anlamında ilk öğretmen kadındır. Çeşitli mesleklerin de ortaya çıkışını bu dönemde görebiliyoruz. Doğadaki bitkilerden yararlanarak tıbbın gelişiminde, kadınlar önemli rol oynamaktadırlar. İlk doktorlardır, bitkilerden yararlanmasını ve hastalıkların iyileştirilmesini kendilerine meslek edinmektedirler. Yaşam ihtiyaçlarından kaynaklı yıldızın, ayın, güneşin ve doğa olaylarının izlenmesi sonucu ilk astronomik bilgilere ulaşılmaktadır. Tarımcılık, hayvancılık vb. birçok mesleki gelişimi bu süreçte görebilmekteyiz. Bayramların tarihi de yine bu dönemde gizlidir. Törenler, ritüeller vardır. Bahar ve kış törenleri hasat ve ürünle bağlantılı kutlanmaktadır. Evcil ana kültürün merkezi Ortadoğu’dur. Toros–Zagros’un iç eteklerinde bitki ve hayvan evcilleştirme zenginliği vardır. Evcilleşmenin koşulları; uygun bitki ve hayvan varlığının olması çocuk doğurmada ve yetiştirmede uygun koşulları yaratmaktadır. Toplayıcılık sanatının gelişimi vardır, bitki ve meyveler toplanmaktadır. Hayvanların evcilleştirilmesi, dağ koyunu ve keçisinden süt, yün ve et olarak yararlanmaktadır. Ana kadın, etrafında büyüttüğü çocuklarla evcil düzen yaratmaktadır. Bunda ürün yetiştirme ve hayvan besleme önemli bir rol oynamaktadır ve bu tarihi bir adımdır. Küçük kulübelerin köyleşmesi MÖ.11000 yılında gerçekleşmiştir. Evcil ana kültürün gelişimini o dönemin heykellerinde, dil yapısının da görmekteyiz. En az devlet sorunu kadar ağırlaşan bir sorun da aile ve kadın etrafından şekillenen toplumsal zihniyet ve davranışlardır. Üstte devlet altta aile, cennet ve cehennem ikilemi gibi bir diyalektik bütünlük oluştururlar. Devlet mikro modelini ailede gerçekleştirirken, büyüyen aile talepleri de makro modelini devlet olarak tasarımlar. Her aile ideal çözümünü devletleşmede bulur. Devlet despotunun ailedeki yansıması ‘küçük despot’ olarak ‘aile reisi’ erkektir. Büyük devlet despotu ne kadar etkili, yetkili, keyfi tutumlarla âleme nizam vermeye çalışırsa, küçük reis de birkaç kadın ve çocuk üzerinde aynı mutlak nizamat işleriyle uğraşır. Ortadoğu uygarlığında aileyi devletin mikro modeli olarak çözmeden, yetkin bir toplumsal çözümlemeyi yapmak çok eksik bırakır. Günümüz Ortadoğu toplumunda kadın sorunu en az devlet sorunu kadar ağırlaşmışsa, bunun altında yine devletin tarihi kadar uzun ve karmaşık bir kadın kölelik tarihi yatar. Kadın–aile–erkek Bermuda üçgenini haritada iyi göstermeden, yanından geçen her toplumsal çözüm gemisini batırması işten bile değildir. Bermuda üçgeni toplumsal okyanusta Ortadoğu’daki mikro devlet olarak ailedir. Hiyerarşi ve devlet yükselirken, kendi izdüşümlerini de mutlaka aile kurumunda yansıtmadan edemezler. Ailede yankı bulamayan bir hiyerarşi ve devlet, yaşama şansını güçlü kılamaz ve sürdüremez. Ortadoğu uygarlığında bu diyalektik ikilem özenle dokunur ve hiç ihmal edilemez. En eski tutsaklığa alınmış cins, soy ve sınıf olarak kadını ele alıp sınırlı da olsa sosyolojik bir çözümlemeye tabii tutmadan, aile ve erkeği, dolayısıyla başka bir yönden devleti ve toplumu kavramada büyük eksiklikler olacağından, kısaca bir kadın kölelik tarihini tasarımlamak gerekir. Kadın tanımını önceki bölümde verme çalışmıştık. Fakat yine de kadını biyolojik olarak toplumsallığa girdiğinde eksik, kusurlu bir cins olarak değerlendirmek tamamen ideolojiktir ve erkek egemen zihniyet tasarımıdır demeyi hiç ihmal etmemek gerekir. Bilakis kadının biyolojik ve toplumsal bir varlık olarak daha yetkin olduğunun bilimsel olarak kanıtlanan bir gerçeklik olduğunu da hiç göz ardı etmemek gerekir. Evcil-ana kültürünün merkezi Ortadoğu’dur. Eldeki veriler bu kültürün M.Ö 15.000’lerden beri gelişim halinde olduğunu göstermektedir. Toros-Zagros dağ silsilesinin iç eteklerindeki bitki ve hayvan varlığı evcilleşme için gerekli temel olanakları sunmaktadır. İklim ve toprak yapısının buğdaygiller ve koyun-keçi gibi küçükbaş hayvanların yetişmesine uygun olması bunda temel rol oynar. Kadının çocuk doğurma ve büyütme ihtiyacı ancak yerleşik koşullarda daha rahat gerçekleşebilir. Uygun bir iklim, bitki ve hayvan varlığı bu ihtiyaçla birleşince, evcilleşmenin temel koşulları doğmaktadır. Toplayıcılık sanatı, birçok bitki ve ağaç meyvesi yiyecek ihtiyacını giderebilmektedir. Dağ koyunu ve keçisinin evcilleşmesi yün, süt ve etleriyle ihtiyaç gidermeyi daha da zenginleştirmektedir. Verimli bitki ve ağaçların tarlamsı alanda yetiştirilmesinin verimin kat be kat artmasına yol açtığı deneyle görülmektedir. Hayvanları hemen öldürmek yerine beslemek, süt ve yün ürünleriyle kıtlıklarda aç kalmamak açısından uygun düşmektedir. Ana-kadın etrafında büyüttüğü çocuklarıyla evcil düzeni geliştirmek için her iki konuda da güçlü deneyimlere sahiptir. Mağaradan çıkıp uygun ürün yetiştirmek ve hayvan besleme alanlarında ev kurmak belki basittir, ama tarihin aya çıkış gibi bir dev adımı rolünü oynayacaktır. Küçük kulübelerin köyleşmesi zor olmayacaktır. M.Ö 11.000’lere kadar gidebilen tarihlerde bugünkü Kürdistan’ın birçok yöresinde –Diyarbakır Ergani Çayönü, Batman Çemê Xalan, Urfa Nevala Çolê ve Göbeklitepe, Bradostiyan, Hakkari bu kültürün güçlü kalıntılarına rastlanmaktadır. Dünyanın hiçbir yerinde bundan daha eski bir yerleşim kültürüne rastlanmamaktadır. Buralarda evcil-ana kültürünün yoğunluğunu gösteren kanıtların başında, bulunan tüm heykelciklerin kadın figürlü olması gelmektedir. Ayrıca yöre dil yapısındaki kadın önekleri örnek gösterilebilir. Günümüzde bile aynı kültürün kadının tam bir ustalık alanı olması bu gerçeği doğrulamaktadır. Sümer kaynakları bu kültürün ilk şehir siteleri kurulduğunda da etkili olduğunu, varlığını güçlü bir biçimde sürdürdüğünü göstermektedir. Tanrıça İnanna -Uruk tanrıçası- etrafındaki mitolojik örüntü hayli öğreticidir. Özellikle erkeğin egemenlik tırmanışı karşısındaki direnişi günümüzde bile en değme feminist hareketlere taş çıkartacak niteliktedir. Kadının hangi uygarlığa sahip olduğunu Tanrı Enki’ye –Sümerlerde yükselen pederşahi erkeği temsil eden figür- karşı güçlü bir biçimde savunmaktadır. Kendisinin 104 ‘me’ye –dönemin uygarlık icat ve kavramları- sahip olduğunu, Enki’nin bunları hileyle kendisinden çaldığını, geri vermesi gerektiğini şiirsel bir dille anlatmaktadır. M.Ö 3000’lere kadar gidebilen bu mitolojik anlatım, aslında Sümer uygarlığının ardındaki kadının rolünü çarpıcı bir biçimde göstermektedir. Ayrıca İnanna köken olarak eski dağ tanrıçası Ninhursag’a bağlanmaktadır. Ninhursag etimolojik olarak –Nin=tanrıça, kur=dağ, sag=bölge- dağ bölgesinin tanrıçası anlamına gelmektedir. Aşağı Mezopotamya için dağ deyince Zagroslar ve uzantıları akla geldiğine göre, tanrıça kültürünün dağlık alandan indiğini açıklamaktadır. M.Ö 4000-2000 arasında dünya uygarlık merkezi olarak Sümerlerde kadın-ana kültürü hala etkilidir. Erkekle başa baş bir ağırlığa sahiptir. Dönemle ilgili tüm mitolojik belgelerde bu ağırlık yansımıştır. Tanrıça tapınakları yaygındır. Kadın etrafında henüz bir ayıplama kültürü geliştirilmemiştir. Daha sonra gerçekleştirilecek büyük karşıdevrimci yaşam tarzındaki kadınla ilgili hiçbir ayıplama henüz yoktur. Kadın bedeni sürekli övgü konusudur. Kutsal evlilik töreni bile çarpıtılmış da olsa –erkeğin çirkinleştirme eylemi- bu dönemden kalmadır. Kürdistan’da halen söylenen Memê Alan, Mem û Zîn ve Derweşê Ewdî destanlarındaki tema ve içerikle ilgili birçok husus kadının güçlü konumunu yansıtmaktadır. Denebilir ki, bu destanların ilk orijinleri M.Ö 4000’lere kadar çıkarılabilir. İnanna mitolojik örgüsünde hem çoban-erkek, hem çiftçi-erkek bir yardımcı olarak yansımaktadır. Çoban Dumuzi –bu terim tüm erkek yükselişinin ilk orijinidir- ve çiftçi Enkumdi, İnanna karşısında saygı ve bağlılıkta yarış halindeler. Başyardımcıları olmak için yapmadıkları iş yoktur. İnanna hala bariz bir öncülük konumundadır. Erkek, çiftçi ve çoban olarak egemen olmaktan çok uzaktır. Sümerlerin diğer ünlü bir destanı olan Babil Destanında (Ennuma Eliş) durumun tersine çevrildiğini görmekteyiz. Olağanüstü güç kazanan erkeği temsil eden tanrı Marduk’la güçten düşmüş anayı temsil eden Tiamat ikilemi hayli öğreticidir. Kadın-ana, tanrıça ana hakkında korkunç bir karalama, ayıplama kültürü işlenmektedir. Kadını erdemsiz, yararsız, zararlı, korkunç göstermek için mitolojik kalıplar alabildiğine zorlanmaktadır. M.Ö 2000’lerden itibaren bu kültürün yaygınlaştığını görmekteyiz. Toplumsal statüde kadın aleyhinde büyük bir değişiklik gerçekleştirilmiştir. Ataerkil toplum egemenliğini destanlaştırabilecek güçtedir. Erkekle ilgili her şey yüceltilmekte ve kahramanlaştırılmaktayken, kadınla ilgili her şey küçültülmekte, ayıplanmakta ve değersiz kılınmaktadır. Tarihte belki de toplum yaşamı üzerinde en büyük bir değişime yol açacak bir cinsel kırılma yaşanmıştır. Ortadoğu kültüründe kadınla ilgili bu ilk değişime birinci büyük cinsel kırılma karşıdevrimi diyebiliriz. Karşıdevrim diyoruz. Zira toplumun olumlu gelişmesi üzerinde katkısı yoktur. Tersine, ataerkil toplumun kaskatı egemenliğini getirerek kadını dışlamakla muazzam bir yaşam fakirleşmesine yol açmıştır. Çift sesli toplum yerine, tek sesli erkek toplumuna yol açmıştır. Ortadoğu uygarlığındaki bu kırılma belki de baş aşağı gidişin ilk adımıdır. Sonuçları her geçen dönem daha da karartıcı olmuştur. Tek boyutlu aşırı erkeksi toplum kültürüne geçilmiştir. Kadının bir dönemler harikalar yaratan ve son derece insancıl, canlı duygusal zekâsı kaybolurken; dogmatizme teslim olmuş, doğadan kopmuş, savaşı en yüce erdem sayan, oluk oluk insan kanı dökmekten zevk alan, kadına ve köleleştirilmiş erkeğe her keyfi muameleyi hak sayan zalim bir kültürün lanet -kendileri tersini söyler- analitik zekâsı doğmuştur. Bu zekâ veya düşünce türünün canlı doğa, insancıl üretime odaklı eşitlikçi kadın zekâsının tersi bir yapısı vardır. Toplumda erkek egemen yapının yükselişinden sonra yaratıcılıkta ciddi bir duraklamanın ortaya çıktığı gözlemlenmektedir. M.Ö 6000-4000 arasındaki dönemde –ana-kadın dönemi- binlerce buluş gerçekleşmişken, M.Ö 2000’lerden beri ciddiye alınabilecek çok az sayıda icadın gerçekleştiği görülmüştür. Bunun yanında savaşçı–iktidar kültürünün büyük yaygınlık gösterdiği, fethetmenin en yüce meslek -krallar mesleği- sayıldığı, devletlerin temel amaçlarının fetih olduğu bir yapılanma ortaya çıkmıştır. Özcesi kadının dışlanması fetihçi–savaşçı erkek yapılı otoritelere büyük değer vermeyle iç içe yürümüştür. Devlet kurumu tam bir erkek icadı olarak anlam kazanırken, talan ve ganimet amaçlı savaşlar adeta bir üretim tarzı haline gelmiştir. Kadının üretime dayalı toplumsal etkinliği yerine, erkeğin savaşa ve ganimetlere dayalı toplumsal etkinliği geçmiştir. Kadının tutsaklığıyla savaşçı toplum kültürü arasında yakın bir ilişki vardır. Savaş üretmez, el koyar, talan eder. Her ne kadar zorun rolü bazı özgül koşullarda –özgürlüğün önünü açma, işgal ve istilaya, sömürgeciliğe karşı koyma- toplumsal gelişmede belirleyici olsa da, ekseriyetle yıkıcı ve olumsuzdur. Toplumda içselleşmiş şiddet kültürü de savaşlarla beslenir. Devletlerarasında savaş kılıcı, aile içinde erkek eli egemenlik timsalidir. Hem alt, hem üst toplum kılıç ve elin kıskacındadır. Tahakküm kültürüne sürekli övgü düzülür. En büyük şahsiyetler döktükleri haksız kanlarla övünmeyi, gururlanmayı en güçlü erdem sayarlar. Özellikle Babil ve Asur kralları insan kellelerinden harman yapmak, kale ve duvar örmek gibi örnekleri en büyük şan ve şereften sayarlar. Bugün halen yaygın olan toplumsal şiddet kültürü ve devlet terörü kaynağını bu kültürden almaktadır.   SONUÇ: Toplum üzerinde en büyük değişime yol açacak birinci cinsel kırılma, karşı devrim ve ataerkilliğe geçiş. *Erkek egemenliği, kadın köleliği bu da yaşamın fakirleşmesini beraberinde getirir. *Çift sesli toplum yerine tek sesli, tek boyutlu aşırı erkesi bir toplum. *Duygusal zekâ, insancıl, canlı doğa kadın da somutlaşırken, analitik zekâ, dogmatizmiyle, teslimiyetiyle, doğadan kopuk yanlarıyla, savaşı erdem sayan zalim yanlarıyla erkeğin damgasını taşır. *Yaratıcılıkta duraklama gelişir. Oysa kadın M.Ö. 6000-4000’lerdi binlerce buluş gerçekleştirmiştir. *Savaşçı, iktidarcı kültür, fethetme anlayışı gelişi. Devlet-kralcılık meslek halini alır. Devlet tamamen erkek icadıdır. *Savaş, talan, ganimet üretim tarzı haline gelir. (Örneğin Babil, Asur krallığı) Toplumda içselleşmiş şiddet kültürü savaşla beslenir. Toplumsal şiddet kültürü, devlet teröründen beslenir.

Devam Edecek…