Newal Dara (Mizgin Karakeçili) 2013’ün temmuz ayında Ankara Hacettepe Üniversitesi’nde okuduğu sıralarda PKK saflarına katıldı. Aslen Urfa’lıydı. Doğduğu ve büyüdüğü şehrin kadın şekillenmesindeki geri geleneksel yanların ve yaklaşımların yüreğinde açtığı yaralar onu özgürlük arayışları ile buluşturmuştu.

Kabul ettikleri değil reddettikleri, verili olana verdiği ‘hayır’ cevabı hep daha yeniyi ve daha farklı olanı aramaya sürüklemişti onu.  Önderlik sistemden nefret etmekten, kapitalist moderniteyi kusmaktan bahsediyordu.  Newal ise belki henüz Rêber Apo ile pek tanışamamıştı ancak iliklerine kadar verili yaşamın yalan gerçeklerine, yaptırımlarına karşı nefret ve öfke doluydu. Başlangıçta var olan öfkesini bir sisteme dönüştürme, kabul edemediklerinin yarattığı hırsı örgütleme ve hayata dair yeni alternatifler yaratmada acemilikleri olsa da var olan öfkesini, Önderlik felsefesinin yol ve yöntemleriyle yoğurdukça Apoculaşma, kadın özgürlük mücadelesinde militanlaşma kararlığı ve özverisinin yüksek uygulayıcısı olabildi.  Dağa gelmesinden şehit düşene kadar hep gençlik çalışmalarında kalmıştı. 2015 yılında YPS özyönetim direnişlerinde Kızıltepe’de düşmanın eline geçmemek için bombasını kendinde patlatarak şahadete ulaştı Newal... Evet, Newal’in hayat hikayesi belki de yalnızca bundan ibaretti. Ancak hayatı kelimelerden ibaret sayanların, ya da yaşam öykülerini sığ cümlelerin arasına sıkıştıracaklarını sananların anlayabileceği öykü değil bu. Bizler de hiçbir zaman anlatamayacağımızı biliyoruz, yazılanlar belki de yalnızca ‘bildirmek’ içindir, ‘hissettirmek ve anlatmak’ için belki de gerçekten onlar gibi olmak, onlar gibi bir yüreğe sahip olmak gerekiyor. Yaşar Kemal der ki ‘insanın yeryüzünde kapladığı yer gövdesi kadar değil, yüreği kadardır’  Newal’in yeryüzünde ardında bıraktıkları da en az yüreği kadar büyüktü. Onun yeryüzünde bıraktıkları ardından yazılacak birkaç satır ile değil, aynı onun gibi bir yüreğe sahip olmak ile anlaşılacaktı. Evet Newal, kampüsümüzde en yüksek sesle slogan atan, Odtü devrim stadyumundaki halayların başında zılgıt çeken, Kürdistan dağlarının vadilerinden zirvelerine yankılanan o şen kahkaha ve Qoser sokaklarından ülkeye yankılanan o direnişin gür sesi... Seninle anılarımızı anlatmak için seni anlayan bir zihne ve seni hisseden bir yüreğe sahibi olmak gerekiyor, biliyorum. Şehit arkadaşları anlatmak için onların yolunun yolcusu olmak gerek. Aynı yoldan gitmek ile aynı amaca varılacağını bilerek ve hissederek... Sana ve senin gibi binlercesine ne kadar layık olabildik bilemiyoruz, ancak yolunuzdaki devrim koşusunu hiç yorulmadan, bıkmadan, usanmadan koşmayı da hiç bırakmadık.  Sevgi bağlarımızın, intikam sözümüzün en güzel köşe taşları oldunuz siz. Ve o taşlar, amaca giden yolda önümüze seriliyor şimdi. Ama tek bir şey var beni acıtan, ardında kalan gerilla elbiseli o tek fotoğrafına baktığımda yüreğimi sızlatan... O da çok az tanınıyor olman... Oysa sen Qoser’in metruk bir mahallesinde kimseler duymadan, sessizce düşmana karşı direnen ve son bombasını kendinde patlatan bir gerilla değildin sadece...  Gencecik yaşamına sığdırdığın büyük fedailik, kadim bir Kürt destanından geriye kalır da değildi... Askeri tecrüben hiç olmamasına rağmen saatlerce elinde avucunda ne varsa onunla düşmana karşı savaştın, teslim olmadın, direndin. Ne etrafını saran yüzlerce polis, ne megafonlardan yayılan teslimiyet çağrıları, ne bulunduğun binanın içine yağan mermi ve bombalar... O anları düşündüğümde kendime hep dedim ki, ‘sen ne zaman bir orduyu karşına alabilecek kadar büyüdün, hangi ara bu kadar çelikleşti de yüreğin bire karşı bin savaşan namertlerin karşısında durdun?’ Ve belki de hayatında eline aldığın ilk bombaydı kendini patlattığın. Pimini çektiğin ilk bombaydı belki... Sıktığın ilk mermi, pimini çektiğin ilk bomba yetmişti işte... Doğduğunda karşılaştığın feodalizm ve gericiliğin intikamını almaya, genç kızlığında seni kendi çukurlarında boğmaya çalışan kapitalizmi kusmana, devrimciliğinde sana ‘etrafın kuşatıldı, teslim ol’ diyen faşizmin suratına bir tokat gibi inmene... Pimini çektiğin ilk bomba yetmişti... Newal sen Urfa ovasında güneşin yakıcılığında patlamaya yüz tutmuş bit tomurcuk, Ankara’nın karında bir kardelen, Kurdistan dağlarında baharı müjdeleyen bir nergis kokusuydun... Biz bu dünyanın yaşanılacak bir dünya olmadığını senin temiz yüreğini gördüğümüzde bilmiştik, ‘başka bir dünya mümkün’ demeyi komünist manifestolarda, sosyalizmin alfabesinde değil, yalnız senin tüm çirkinliklere karşı hala temiz kalmayı bilen yanlarını gördüğümüzde öğrenmiştik.  Sen öyle saftın ki, bazen de sana takılarak ‘’Mizgin başka bir dünyadan gelmiş herhalde’’ derdik. Yüzündeki tüm izler, tüm gülümsemeler duru, berrak yüreğinin yansımasıydı. Yüreğinin saflığı ve temizliğini Apoculuğun ahlak ve bilinciyle birleştirince sen, PKK’nin insanı gerçekten insan yapan, insanı insan gibi yaşatan yüceliğine erişmiştin. Önemli olanın çok yaşamak değil, onurlu yaşamak olduğunu her anında hatırlatarak ve bildirerek... Sen hep vicdan sahibiydin. Hiç unutmuyorum, üniversiteden üst üste katılımların olduğu günlerde, kampüs yurdunun merdivenlerinde oturduğumuz bir gece demiştin ki ‘’hangi şairdi o? Diyor ya ‘o güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler.’ Herkes teker teker gidiyor, onlar bir yerlerde çoğalırken biz gittikçe azalıyoruz sanki. Onlar bu zor şartlarda dağlarda mücadele ederken,burada nasıl rahatıma bakarım, ya ben nasıl yaşarım ! ‘’ demiştin. Vicdanındı seni yürüten, o gece  Ankara’nın soğuğunda sana bu sözleri söyleten vicdan neyse, Qoser’de düşmanın eline geçmemek için seni fedaileştiren vicdan da işte aynı vicdandı... Sen katıldıktan sonra yalnızca bir defa görüşebildik. Derik’te o yurtsever ailenin evine seni görmeye gelmiştim. Sabaha kadar uyumayıp üniversite günlerimizi konuşmuştuk. Devrimden sonra bir gün mutlaka tekrardan Ankara’ya gidecektik. İlk örgütlendiğimiz, ilk eylem yaptığımız, ilk slogan attığımız yerlerde gezecek, devrimciliğimizin ilk günlerini anacaktık. Hacettepe’de Mazlum Doğan’ın oturduğu sıralara karanfil bırakacak, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Önderlikle ile Kemal Pir’in gezindiği koridorları adımlayacaktık. ‘Devrimden sonraki’ hayallerimiz böyle devam ederken, belki de savaşın ne kadar gerçek olduğunu bilemeyecek kadar acemi ve yeniydik henüz. PKK’deki ilk görüşmemizden bir yıl sonra senden aldığım ilk haber şahadet haberindi. İlk öğrenen ben olmuştum. Büyük cihazda ismini şifreden veren arkadaşın notu bitirmesi hayatımın en uzun dakikalarıydı sanki. Daha ne çok şey yarım kalacaktı  yüreğimizde, ne çok şey düşlerimizde takılı kalacaktı Newal... Ve sen olmak, yani Newal Olmak! Kurdistan’ da kadına layık görülen tüm feodal dayatmalara karşı özgürlüğe çıkıştı. Newal olmak, modernitenin tüm çekici çürümüşlüğüne karşı sisteme nefret kusmaktı. Newal olmak, insanların her şeyiyle maddiyatçılığa ve bireyciliğe koşturulduğu bir dünyada yoldaşlık maneviyatının ve mütevaziliğin adıydı. Newal olmak, herkesin içine sindirdiği ve neredeyse kimliğine ihanet için birbiriyle yarıştığı bir çağda hep özüne ve köklerine koşmanın duruşuydu. Newal olmak, tüm toplumsal acılarımızdan ve bize layık görülen kölelikten intikam alırcasına düşmanın beyninde patlamak, kadının tüm ezilmişlik tarihinin özgürlüksel dışa vurumudur. Newal olmak Kurdistan’ da kadının özgürlük ağıtıdır… Mücadele Arkadaşı