Kürdistan ülkesi, İran ve Turan arasında paylaşılmış durumdayken, Birinci Dünya Savaşı ardından yapılan anlaşmalarla dört parçaya bölünmüş ve paylaşıma Araplar da dâhil edilmiştir. Kürdistan’ın parçalanması, tüm dünya dengelerinin üzerine oturtulduğu hassas bir zemini oluşturmaktadır. Arap, Fars ve Türk hâkim devletlerinin ulus devlet oluşumları içinde parçalı bir konumda bulunan Kürt halkı, her devlette farklı iktidar uygulamalarıyla karşı karşıya kalmıştır. Paylaşım savaşından sonra oluşturulan Kürdistan’ın parçalı siyasal durumu ve her parçada uygulanan siyasal rejimler, toplum bireylerinin de buna göre şekillenmesini getirmiş, 20.yüzyılın son çeyreğine kadar bu şekillenmenin etkisi kırılamamış ve bu durum Kürt kadını üzerinde de etkisini göstermiştir. Her ne kadar bu parçalanma yapay da olsa ve her ne kadar çok uzun tarihsel bir süreyi kapsamasa da bu süreçlerin ana hatlar halinde incelenmesi, egemenliği altında yaşadığımız devlet sistemlerini çözümlemek ve kendimizi kavramsallaştırmak açısından önem kazanmaktadır. KUZEY KURDISTAN’DA KADIN Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası Osmanlı imparatorluğunun mirası üzerinden kurulan Türkiye cumhuriyetine Kürdistan’ın en büyük parçası verilmiştir. Emperyalist işgale karşı işgalci güçlerle savaşarak cumhuriyetin kurulmasında bizzat yer alan Kürtlerin konumu Türkiye içerisinde kendi etnik kimlikleriyle yer edinme şeklinde öngörülse de yeni kurulan rejimin hassasiyetleri göz önünde bulundurulmuştur. Geri bırakılmışlık olmasına rağmen Kürtlerin inkâr edilmesi durumu yoktur. İsyanların bastırılmasında uygulanan dönemsel politika ve taktikler, yeni rejimin hassasiyetleri, yükselen Türkçülük ve egemen ulus anlayışının oluşturduğu genel baskılarla strateji haline getirilmiştir. Ve isyanların kanlı bir şekilde bastırılması ardından iradesi kırılan ve kılıç artıkları denilen kesimlerin asimile edilmesi temel politik hedef olarak belirlenmiştir. Türkiye cumhuriyeti bu politikalarıyla kendi kuruluş diyalektiğine ters düşmüştür. Doğuşu yeni gerçekleştirilen cumhuriyet, milliyetçi politikalarla gerçek doğrultusundan uzaklaştırılarak kendi halkının çağsal kapanı haline getirilmiştir. Birlikte savaşarak, birlikte emperyalist güçlere karşı direnerek yaratılan kurtuluş ortamı tek yanlılaştırılarak, birliktelik bozulmuştur. Birlikte savaşılmış ama birlikte bu kazanımdan faydalanılmamıştır. Nasıl egemen erkek kadının emeğini sömürmüşse, Türklük de Kürt halkının emeğini sömürmüş ve inkâr etmiştir. Başlatılan “sel hareketi” önüne gelen her şeyi yıkıp deviren, kendi rengine katan İttihat anlayışının ve homojenleştirmenin ifadesi olmuştur. 1928-1930 yıllarında gerçekleşen Ağrı İsyanı, dönemin çocuklarının belleğine kazınacak bir şekilde ölümlerle bastırılmış ve hep kan rengiyle anılmıştır. Türk güçlerine “Muhayyel Kürdistan burada meftundur” sözünü söyleten katliam Ağrı İsyanı ardından gerçekleştirilmiştir. Bu sözün ardından Kürtlerin ve Kürdistan hayalinin öldürüldüğü, toprağın altına gömüldüğü ve üzerinin betonlandığı büyük bir tarihi öngörüsüzlükle söylenmiştir. Bu katliamdan alınan sonuçlar Dersim İsyanı’nda daha da kendilerince güçlendirilerek kullanılmıştır. İsyan sonrasında kalanlar, Van’ın Erciş ilçesinde yer alan Zilan Deresi’ne, orijinal adıyla Geliyê Zilan’a kaçıp sığınmışlardır. Temmuz 1930’da Zilan deresinde yer alan 72 köy askerler tarafından basılmış ve köylerden toplanan binlerce kişi Ağrı İsyanı’na katıldıkları gerekçesiyle Kunduk Çukuru denilen yerde kurşuna dizilmiş, binlerce kişi kendini dereye atmış ve hayatına son vermiştir. Katliam sonrasında kaçıp kurtulanların esir alınarak götürüldüğü, çoğunun öldürüldüğü, hayatını kaybetmeyenlerin sakat kaldığı ya da aklî dengesini yitirdiği belirtilmektedir bugün. Bırakılmayanlar esir olarak kullanılmış, çalıştırılmış ve insanlık dışı uygulamalara tabi tutulmuşlardır. Dövülerek öldürülenler, kafa derisi yüzülenler ve karınları deşilen anne adaylarına ilişkin anılar, hala acılar içinde anlatılmaktadır. Katliam sonrası Zilan deresinin cesetlerle dolduğu da her anlatıda geçmektedir. Burada 5 bin kadın ve çocuk olmak üzere toplam 15 bin kişinin katledildiği, 200 köyün yakıldığı ve aynı uygulamaların Van’da da sürdürüldüğü resmi Türk basınında belirtilmiştir. Katliamın yöredeki etkileri tabi ki günümüze kadar yöre insanının belleğinde yaşatılmış, Warê Hestiyan gibi yöre isimleriyle de toplumun belleğine kazınmıştır. Bu katliamın bizlere öğrettiği bir şey vardır. Tüm katliamların rengi, kokusu, biçimi ve resmi aynıdır. Maraş ve Dersim katliamında anlatılanlarla benzer uygulamalar Zilan Deresi’ni araştırırken karşımıza çıkmaktadır. 1938 yılında Dersim isyanı toplumsal ve siyasal olarak örgütlendirildiği kadar askeri olarak da örgütlendirilmiştir. Bu isyanın bastırılmasının bugüne kadar unutulmamış kareleri, katliamın büyüklüğüyle bağlantılıdır. Çeşitli kaynaklarda farklı rakamların verildiği katliam bilançosuna ilişkin en sık belirtilen, katliamda 80 bin Dersimli’nin katledildiğidir. Dersim isyanının en önemli yanlarından biri kadının bu isyanda oynadığı roldür. Dersim kadını, isyanda en aktif bir şekilde rolünü oynamış, Türk askerlerine karşı gücünün son katresine ve kanının son damlasına kadar savaşmıştır. İsyan tarihi, teslim olmamak için kendini uçurumlardan atan kadınların hikâyeleriyle, Munzur sularına atlayan genç kızların öyküleriyle doludur. Düşman askerinin eline sağ geçmek en büyük onursuzluk olarak ele alındığından Dersim kadını bunu kabul etmektense ölümü tercih etmiştir. Bu dünyanın zalimleri emir vermişler, Dersim’de tek bir canlı kalmasın, demişlerdir. Beşiklere kapanmış anaların ağıtlarına ve klamlara konu olan isyan öykülemeleri, isyanda yaşananların bir kesitini yansıtmaktadır. Dersim isyanı kanla bastırılmış, isyandan geriye kalanların iradesi kırılmış, halk üzerinde korku egemen kılınmış, yatılı bölge okulları yoluyla isyandan kurtulan yeni nesil beyaz katliama tabi tutulmuştur. Kürt halkının parçalılığı isyanın yenilmesinde bir parça rol oynamış olsa da isyanın kanla bastırılması cumhuriyet adına sapkın politikaların uygulanmasındandır ve Türk milliyetçiliğinin yaygınlaştırılmasında, Anadolu’da tek renkliliğin oluşturulmasında temel bir aşama haline getirilmiştir. 1978 yılının Aralık ayında gerçekleştirilen Maraş katliamıyla Kürtleri yok etme politikasının bir diğer önemli adımı atılmıştır. Bu katliamda faşistler tarafından evler yakılmış, yağmalanmış, insanlar öldürülmüş, yakılmış, hamile kadınların karınlarındaki çocuklar dahi çıkarılıp parçalanmış, kadınların kolları kesilerek ziynet eşyaları çalınmıştır. Çocukların ağaçlara çivilendiği, yaralıların hastanelere gitmesi gibi bir durumun söz konusu dahi olmadığı Maraş katliamı, yok ettiği kadar alevi Kürdü yok etmiş, geri kalanını ülke dışına kaçırtmış ve kalanları da özel savaş yöntemleriyle büyük bir Türkleştirmeye tabi tutmuştur. Belirttiğimiz son iki katliamla isyancı-direnişçi özellikleri olan Kürt Aleviliğinin iradesi şiddet kullanılarak kırılmış, gelişim dinamikleri yok edilmiş ya da sisteme kanalize edilmiş ve bu kesim tehlike olmaktan çıkarılmıştır. Ve Alevilikteki ulus, cins ayrımı yapmayan farklılıkların eşitliğini esas alan anlayış, cumhuriyetin elinde kimliksiz, belleksiz, cinssiz birey yaratmanın aracı haline getirilmiş, çelişkiler bu yolla törpülenmiştir. Bu iki katliamla kuzey batı hattındaki Kürdistan halkı hem yok edilmiş hem de eritme politikasıyla özel savaşın kendini ilk kurumlaştırdığı kesim haline getirilmiştir. Bu bölgelerde kadın kapitalist sistemin etkilerine giren, kendi ulusal gerçekliğinden, ulusal değerlerden kopan bir konuma düşürülmüş, çarpık bir şekilde sistemiçileştirilmiştir. Kürdistan’ın iç kısımlarında ise ulusal özelliklerin korunmasına rağmen dinin etkisinde, kapalı, aşiretsel geleneklerin ve yaptırımların baskısı altında kalan bir kadın gerçekliği yaratılmıştır. Egemen sistemin en çok uyguladığı yöntemlerden biri olan geri bırakmak, çağdışı bırakmak ve tarihsel bir izolasyona tabi tutmak, bunu engelleyemiyorsa çarpık geliştirmek en çok Kürdistan kadını üzerinde sonuç almıştır. Bu bölgedeki Kürt kadını feodal, aşiretsel, dinsel geleneklerin ağır baskısı altında ezilmekteyken, sesini kimsenin duyamayacağı kadar izole edilmiştir. Ortadoğu’daki birçok devlet gibi Türkiye tarihi de darbelerle örülüdür. Özellikle 12 Eylül faşist darbesi, Kuzey Kürdistan’a vurulan en büyük darbelerden biridir. Bu darbe, Türkiye’de yaşayan halkların emeğine, diline, kültürüne, özgürlük ve demokrasi değerlerine vurulmuş öldürücü bir darbedir. Gelişen toplumsal muhalefeti, özellikle Kürdistan’daki uyanışı engellemeye yönelik bir darbedir ve Kürtler bu darbeden en çok zararı gören halklardan biridir. 12 Eylül darbesi, Kürtleri özgürlük yolundan döndüremediği gibi büyük bir değer, emek, insan kaybını ve bir dönemin kaybedilmesini getirmiştir. Darbenin tanığı olan kuşakta şiddetin derin izleri, korku ve sinmişlik yaratırken, sonraki kuşaklar özden uzak, kendi ulusal gerçeğine yabancı, toplumsal bilinçten kopuk, cinsiyetsiz bir şekillendirmeye tabi tutulmuştur. Bu darbe ve katliamların düşman adına en büyük başarısının cinsiyetsizleştirme, cinsleri aynılaştırma olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. 12 Eylül darbesiyle rejim, insanı maymunlaştırmaya başlamıştır. Bu rejimin insan tipi, hayatta kalma, açlık ve cinsellik güdülerine hapsedilmiş ve bunun için üç maymunları oynamada ustalaşmıştır. İnsani ilişkilerin ve özün suç sayıldığı bu rejimin tanığı olan kuşak, kendinden sonraki kuşağı yaşanan devrimci özden tecrit etmede bir araç haline getirildiğinden yeni kuşak böyle terbiye (!) edilmeye çalışılmıştır. İş bulmak ve bir aile kurarak yaşamak, çoluk çocuk sahibi olup yaşamı sürdürmek tek ufuk olmuştur. Kürdistan’daki baskılar köyden kente, kentten metropole, metropolden Avrupa’ya kaçışı geliştirmiş ve Kürt insanı insanlıktan çıkarılarak Kürdistan insansızlaştırılmaya çalışılmıştır. Cumhuriyetin isyanları bastırmasının en derin sonuçlarından biri de bireylerin belleğine hiyerarşinin temsilcisi tahakkümcü, şovenist, baskıcı devletin yüceliği olgusunun derinlemesine işlenmesidir. Öylesine yücedir ki bu devlet, onun sıradan bir memuru olmak devlet içinde yer edinmek demektir. Bu kutsal yüce gücün en tortusundan da olsa eteğini tutmak, bir kurtuluş olarak ele alınır hale gelmiştir. Bu yaklaşım hiyerarşik ilişkilerin toplumun atomlarına kadar sindirilmesini getirmiştir. Çünkü devletin tortu memuru yaşam tarzıyla kendini bitkisel hayata koyduğu, tekdüze bir yaşam sınırlarında otomatlaştırdığı gibi kutsal vazifesini yaparken de halka yaklaşımı devletin temsilcisi, sahibi gibidir. Halkta yaratılan ezilme ve köleleşme bağımlı birey olgusunu giderek derinleştirmiştir. Genelde sistemin muhatabı erkek olduğundan kadın bu bağımlı erkeğe bağımlı kılınmıştır. Bu hiyerarşi aileler yoluyla kadın ve çocuğa da içerilmekte, her kuşakla yenilenmektedir. Türkiye sınırındaki bölgelerde kadının kamusal alana kısmi açılması eviçindeki statüsünden kurtulmayı, bağımsızlaşmayı sağlamaktan ziyade onu sistemle direkt buluşturarak bu hiyerarşik ilişkilere demirden bağlarla bağlamıştır. Kuzey Kürdistan’ın katliama uğrayan, yok edilen, asimile edilen, öldürülen, alınıp satılan, fahişeleştirilen, izinsiz doğum kontrolüne tabi tutulan, namus adına çirkince bir cendereye sokulan kadını büyük bir irade kırılmasını yaşamıştır. Şiddetin bu kadar yoğun uygulanması bir karşı koyuşu, bir sistem karşıtlığını yaratmaktadır. Ama öyle bir resmi ideoloji iktidarı oluşturulmuştur ki, şiddetin yetmediği yerlerde hemen farklı politikalar devreye girmekte ve iradesizleştirme, toplumsal belleksizleştirme yaratılarak farklılıklar yok edilmektedir. Kuzey Kürdistan kadını katletme, sürgün olma ve asimilasyon yanında uygulanan günlük politikalarla kendi ulusal, cinssel özüne yabancılaştırılmaktadır. Evlerin içinde dahi Kürtçe konuşmayı cezalandıran sistem, çocukları okullarda ajanvari eğitimlere tabi tutarak bu yolla aileleri denetime koymak gibi uygulamalara başvurmaktadır. Bu uygulamalarda en çok zarar gören kadındır. Genelde eviçiyle sınırlı olan kadının koruduğu kimi özellikler bu yolla kırılmaya çalışılmış, kapitalizmin kültürel olarak gelişi ve Türkiye metropollerine göçler yoluyla ortaya çıkan işçi potansiyelinde Kürt kadını da yerini almıştır. Bu durum Kuzey Kürdistan kadınının emeğinin sömürülmesini getirdiği gibi onu şehirleşme ilişkilerine en gerisinden eklemleyerek kadın cinselliğinin kullanılmasını da getirmiştir.
Devam Edecek…
Zeynep Kınacı Özgür Kadın Akademisi Yayınlarından


