Felsefe ve Kadın “Hiyerarşik sistemle başlayan kadının içine alındığı statü çözümlenmeden ne devlet ne de dayandığı sınıflı toplum yapıları izah edilemez... kadın bir cins olarak değil, bir insan olarak doğal toplumdan koparılıp en kapsamlı köleliğe mahkum edilmektedir. Tüm diğer kölelikler, kadın köleliğine bağlı olarak gelişmektedir.

Dolayısıyla kadın köleliği çözümlenmeden diğer kölelikler çözümlenemez.” Kadının toplumsal gelişimde oynadığı rol neolitik dönem bulgularında sıkça rastladığımız bir gerçekliktir. Kadın eksenli gelişen neolitik çağ ilk ilkel bilim ve tekniğin geliştiği bir evredir. Kısaca kadın çağı da diyebileceğimiz bu dönem hayvansallıktan insanlaşmaya, oradan da toplumsallığın ilk tohumları olan klan ve kabileciliğin gelişimine kaynaklık etmektedir. Kadın çağının felsefesini özgürlük ve eşitlik oluşturmaktadır. Belirttiğimiz bu eşitlik olgusu insanla insan arasındaki, insanın doğa ve toplum arasındaki saygıya dayalı bir düzeni vurgulamaktadır. Tahakküm anlayışından ve eşitliği ilke olarak benimsemekten çok, doğal bir gelişim seyrindedir. Sınıflı toplumların pragmatist yaklaşımlarından ve sömürücü-baskıcı zihniyetinden uzak, doğal bir eşitlikçi yaşamın felsefesine dayanmaktadır. İlkel komünal çağın doğalında gelişen özgür düşünme ve özgür pratikleştirme anlayışına karşılık, köleci çağın vahşi uygulamalarıyla insanı ezen baskıcı yaklaşımlarına bir isyan şeklinde ortaya çıkan klasik çağ olarak da değerlendirdiğimiz felsefe çağı bu nedenle aslında, neolitiğin özgür insan yaratımına duyulan bir özlemi de ifade etmektedir. Çünkü arayışlar salt evren ve doğayı tanımlamaya doğru değil, insanın insan doğasına ilişkin bir arayışı da dile getirmektedir. Bu açıdan mistisizmin duru arayışlarına girişen bir çok filozofun vahşice katledilmesi köleci çağ zihniyeti olan ve ilk olarak ideolojik temelleri Sümer rahiplerince atılan hiyerarşik erkek egemen zihniyetin güzelliğin, adaletin ve eşitliğin yaratıcılarına duyduğu derin öfkeden, tanrısal kıskançlıktan ileri gelmektedir. Tarihin her aşamasını ve bakış açısını doğru değerlendirip çözümlemek günümüze kadar gelişen köhnemiş paradigmasal gerçekliğinin neden bu kadar vahşice insanı iradesiz kılıp, nesneleştirmeye yeltendiğini de ortaya çıkaracaktır. Tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışıyla ideolojik kurumlaşmasını tamamıyla oturtan erkek egemen zihniyet yapılanmasının kadına uyguladığı tabularla sınırlandırmaya çalışması siyasal bir nitelik taşımaktadır. Hz. İbrahim’le başlayıp, en son peygamber misyonuyla ortaya çıkan Muhammed’e kadar tüm tek tanrılı dinler erkek patentlidir. Bu açıdan dini felsefede kadına yer yoktur, tarih sahnesinden silinmiştir. Bu dönemdeki toplumsal sınıflaşmayla cins ayırımı birbirine paralel bir seyir izlemektedir. Adem ve Havva’nın cennetten kovuluşunu ifade eden mitolojik söylencede olduğu gibi tek tanrılı dinlerde kadın günahkar ve suçlu, daha çok şeytanla eş değer kılınmaktadır. Bu da kadını insanlığın düşüşüne yol açtığı inancıyla toplumun lanetli bir varlığı konumuna sürüklemekte, toplumsallıktan uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Yahudilikte kadın sadece ‘anne’ sıfatıyla kısmi bir saygı görürken, cinselliği günah sayılıp bir bütünüyle katı din dogmalarıyla sınırlandırılmaktadır. Katı bir ataerkil yaklaşıma sahip olan Yahudilik kadını tamamıyla yaşamdan yok saymaktadır. Hümanist bir karakterle ortaya çıkan Hıristiyanlıkta ise hoşgörü ve sevgi temel çağrılar olduğundan özellikle Yahudiliğin katı ataerkil karakterine karşı kadında cevabını bulmakta, ağırlıkta kadın katılım göstermektedir. Hıristiyanlıkta kadının konumu kısmen iyileşse de, eski geleneksel ahlak yapılanması olan beden ve cinselliğin düşürücü bir nitelik içerdiğini belirten ölçülerle kadın bedenini tamamen denetime almıştır. İsa’nın doğuşuna yönelik yapılan tasvirle kadın sadece bir doğum aracı olmaktadır. Böylece burada da kadının tüm etkinliği yaşamda yitirilmiştir. Artık kadın erkeğe tamamıyla bağımlı, tutsaktır. İdeolojik kurumlaşmaların hız kazandığı bu dönemde de kadın tüm doğallığını yitirmiş ve erkek egemen zihniyete bürünmüş bir hal almıştır. Feodalizmin bir diğer büyük dini olan İslamiyet ise, toplumun içerisinde bulunduğu sosyal bunalım, ahlaki yozlaşma, kabileler arası iç çatışmaların alabildiğince yoğun olduğu toplumsal dejenerasyona karşı ortaya çıkmaktadır. Bu dönemde kadın üretimde yer almadığı gibi bir bütünen değersiz kılınmakta, hatta kız çocukları canlı olarak toprağa gömülmektedir. İslamiyet’in gelişimiyle birlikte kadın toplumda belli bir statü kazanmakta ve yaşamı güvenceye alınmaktadır. Fakat daha sonraları gelişen İslam ideolojisinin iktidar kavgalarıyla daha katı bir egemenlik statüsünü geliştirmesi en fazla kadında etkisini göstermiş, bastırılma, hiçleştirilme, iradesiz kılınıp yok sayılmayla ve kapalı duvarlar arasına sıkıştırılmayla yüz yüze bırakılmıştır. Burada erkek mutlak hakim güç olup, kadın da itaat etmesi gereken, boyun eğen bir konumdadır. Tamamıyla erkeğin güdülerine ve düşünsel yapısına göre Kuranda belirtilen kurallar çerçevesinde bir hareket alanı bırakılmıştır. Bu noktada kadın toplumsal yaşamdan soyutlanmakla birlikte düşünsel üretim ve gelişimde de geriletilmektedir. Feodal dönem kadının olay ve olgular karşısında tamamen çözümsüzlüğü yaşadığı bir dönem olmaktadır. Hıristiyanlık ve İslamiyet düşüncesi nasıl ki felsefe çağını dondurmuşsa, kadının bu süreçteki konumu da arayışlarını dondurma, kendini bastırma, öz güvensizliğini derinleştirme yönünde bir seyir izlemiştir. Herhangi bir bakış açısına sahip olmayan kadında gelişen erkek egemen zihniyetin ona biçtiği rol olan kölelik, sahiplenilme-sığınma psikolojisi, kendini küçümseme, erkeğin istemlerinin dışına çıkmayan uydu kişilik, kendini cinsel bir obje olarak görme gibi özelliklerin yaşamsallaştığı bir dönem olmaktadır. Kadın artık kendisine, özüne yabancılaşmış, üretimde dahi erkeğin güdümünde, onun istemine hizmet eder bir duruma gelmiştir. Feodal dönemde kadının konumunu genel olarak ele aldığımızda vardığımız sonuç; ister serf kadını isterse de aristokrat kadını olsun fark etmez, ezilen sınıf karakterini iliklerine kadar yaşaması olmaktadır. Kadının bakış açısı egemen iktidarın yedek bir parçası, erkek zihniyetinin dışına çıkmayan bir nitelik taşımaktadır. Neolitiğin kolektivist yaşam biçimi, örgütlü yapılanması tohumları köleci çağda atılıp, feodalizm de kökleşen parçalılığa dönüşmüştür. Kadın başlı başına ezilen bir sınıfken, erkek egemen sistemle birlikte tabi oldukları sınıf farklılıklarıyla da bir ayırıma gitmektedir. Etnik, dini, sosyal, kültürel farklılıklar ayırımı daha da güçlendirmektedir. Sistem erkek şahsında büyük bir örgütlülüğe kavuşup, ideolojik anlamda kurumlaşmalarını kökleştirip güçlendirmekte, kadınsa bir o kadar silinmişliği, parçalanmışlığı ve tarihsiz kılınmayı yaşamaktadır. Kadının yaşam içerisinde var olabilme gerçekliği ancak erkeğe yakın olmasıyla bağlantılandırılmaktadır. Bu da kadının kendi cinsine karşı bir düşmanlığı geliştirirken, özüne yönelik bir yabancılaşmayı da getirmektedir. Egemen sistem tarafından kendi özüne yabancılaştırılan kadının tarihi artık Havva’nın günahkar tarihiyle egemen sistemsel bir boyut kazanmaktadır. Kadın burada insan olgusundan çıkarılıp tıpkı bir eşya gibi nesneleştirilmektedir. Potansiyel bir güç olmasına rağmen bilimden, siyasetten ve askerlikten elden geldiğince uzak tutulmakta, varolan enerjisi sadece cinsellik alanına kanalize edilmektedir. Oysa bilimsel verilerle ortaya çıkan bir sonuç egemen zihniyetin belirttiği gibi “kadının aklı yoktur” betimlemelerini tersyüz eden bir gerçekliği ortaya çıkarmakta. Buna göre son yapılan bilimsel araştırmalar bir erkeğin kafasında sadece bir işi planlayıp gerçekleştirdiği yönündeyken, bu kadın da bir işi yaparken bir çok işi de kafasında planlama gücüne sahip olduğu yönündedir. Egemen sistemin kadından korkma ve bu korkudan dolayı onu bastırma anlayışı da işte bu gerçeklikte yatmaktadır. Yani düşünsel zenginliğinde ve yaratıcılığında. Kadının neolitikle yarattığı eşitlik, adalet ve özgürlük üzerine kurulu düzenine karşılık, alternatif bir karşıtlık içerisine giren erkek egemen sistemin günümüze kadar gelişi kadın aklının pratiğinden yola çıkılarak gerçekleştirdiği ayrıksı ve zıt bir gerçekliği kapsamaktadır. Zaten şu da bir gerçeklik değil midir? Kadınlar üzerindeki erkek egemenliği ve üstünlüğü esasında anaerkil dönemden ataerkil döneme de geçişi belirleyen erkeklerin topluluk içerisindeki toplumsal işlevleri ve üretimsel bir niteliği de belirleyen ekonomik güçlenmeyle sağlanmaktadır. Tahakkümcü bir düşünceyle ortaya çıkan ataerkil sistemin ilk kurbanı böylece kadın, kadının insani doğası olmaktadır. Bu temelde kadın insan biçiminde bir cisimleşmeye uğramakta, daha önce de belirttiğimiz nesne konumuna sürüklenmektedir. Çünkü egemenlik temel olarak iradeyi kırmakla başlar ve başka bir iradeyi tanımaz, ötekiyi kabul etmez. Pratiksel olarak bu kendisini kaynağını yaşamın sadece bir iktidar mücadelesi olduğu görüşünde açığa çıkarmaktadır. Bu da yaşamın hiçe sayıldığı ve güç olgusundan başka hiç bir şeyin önemsenmediği bir dilin oluşmasına yol açmaktadır ki, bu dil; baskı, zor ve şiddettir. Kendi gerçekliğinden ve tarihinden kopartılan kadın kimliğinden uzaklaşma bir yana köksüzleşmeyi yaşamaktadır. Bu da onu ne olduğu belirsiz ucube  bir duruma sürüklemektedir. Böylece arayışları artık basitleşmiş, salt erkeğin etrafında dönen bir konuma gelmiştir. Bu noktada yaşamla mücadeleyi bırakmış, büyük bir teslimiyeti yaşamaktadır. Güç, iktidar, zor ve şiddet anlayışı, bir bütünen erkeğe göre değişim gösteren kadın, iradi gelişimi de bunlara bağladığından erkeğin tipik bir kopyası olmaktan ileriye gidememekte, kendi kimliğine denk bir şekillenmeyi yaşamamaktadır. Bu da kadını sistemin en iyi uygulayıcısı konumuna getirmektedir. Hatta, belirli bir sınıfın erkekleri kendi sınıflarından bir kadının ülkeyi güçlendirebilecek veya çıkarlarını gözetebilecek potansiyele sahip olduğu kanısına varırsa erkek denetimine boyun eğeceğini de hesaba katarak, başa geçmesine karar verir. Örneğin; Türkiye’de Tansu Çiller, Hindistan’da Indra Gandi, İngiltere’de Margeret Thatcher gibi. Sitemin iyi bir uygulayıcısı olmak ilk başta ona teslim olmaktan geçer. Bilindiği üzere teslimiyet mücadeleden, arayışlardan vazgeçip egemene kul-köle olmaktan başka bir şey değildir. İnsanı, doğayı ve evreni tüm nesnel gerçekliği yorumlayıp, kendinde bir bakış açısı oturtma olan felsefe kadında böylece bir anlam bulmazken, şu bir gerçektir ki; felsefesiz insan ölü insandır. Artık kadın kaderine razı, boyun eğen bir köleden farksızdır. Tabi ki, kaderi de erkeğe aittir. Çünkü tanrı, mutlak güç başta kadın için maneviyattan öte tüm gücü elinde bulunduran erkek olmaktadır. Günümüz gerçekliğinin geldiği aşamada kadın sorunu büyük bir toplumsal, siyasal bir bütünen paradigmasal bir paradoksu yaşamaktadır. Kendi özüne bu kadar yabancılaşmış, birey olma yönünde dünyaya dair bakış açısı ölü, erkeğin hiyerarşik zihniyet yapılanmasına göre şekillenmiş bir zihinsel-ruhsal yapılanmayla karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamda kadının özü, kadının rengi diye belirttiğimiz; doğayla barışık tüm güzelliklerin, iyi olanın yaratıcısı, eşitlik ve adaletin farkında olmaksızın bir savaşçısı düşünsel sistematiğinden geriye sadece ufak tefek kırıntılar kalmıştır. Biyolojik metabolizmasından düşünsel dünyasına kadar yaşam kaynağı olduğu gerçekliği sinsice göz ardı edilerek, Havva’nın günahkar ve suçlu tarihiyle zihinsel-ruhsal donanımı yaşamaktadır. Bu açıdan boyun eğmek, teslim olmak, metalaşarak erkeğin güdüsel zevklerinin birer tatmin aracı olmak en büyük görevi olmaktadır-ki bu da erkek egemen tarihin ideolojik kurumlaşmalarıyla en sapkın halini yaşadığı bir gerçekliği gözler önüne sermektedir. Uygarlıksal gelişim adı altında egemen sistem kadını, oluşturduğu alt-üst yapılanmalarıyla işlevsiz kılıp, dıştalaması kadınsız bir tarihin oluşumuna da kaynaklık etmektedir. günümüz gerçekliğinde bu kendisini cins eşitsizliğinden toplumsal biçimlenişlere, kadın-erkek ilişkilenmelerinden sosyalitesini yitirmesine kadar en çıplak haliyle göstermektedir. Artık gelinen bu aşamadan sonra ‘tarih kadınla başladı ve ancak kadınla ilerleyecektir’ sözü gelişen kadın mücadeleleri sonucu gerçekliğini gözler önüne sermektedir. Bu noktada başlangıçlar her zaman sonucu da belirleyecek niteliktedir. Süreç içerisinde kendisini gösteren ve gösterecek olan tüm devinimler ve döngüler, engebeli yollar, kırılmalar ve inkarlar gelişse de, tarihin diyalektik gelişim yasasından paçasını kurtaramayacaktır. Her ne kadar erkek egemen sistem tarihi kadınsız kılmaya çalışsa da...